Bu Blogda Ara

18 Nisan 2007

Butterfly

Savat işlemeciliği

Savat, gümüş işlemeciliğinde bir süsleme sanatıdır. Savat ustası tasarladığı şekli, sanatını koyacağı gümüş eşyanın üstüne kurşun veya sabit kalemle çizer. Çizilen taslağın üstüne usta, çelik uçlu kılcal kalemle büyük bir titizlikle ince kanallar açar. Bir ölçü gümüş, dört ölçü bakır, 4 ölçü kurşun ve biraz da kükürt, 750 derecelik ısıda karıştırılarak savat adı verilen alaşım elde edilir. Ancak her savat ustasının kendisine has bir ölçüsü olduğu söylenir. Daha sonra savat soğumaya bırakılır. Soğuyan kütle toz haline gelinceye kadar önce örs üzerinde daha sonra da havanda dövülür. Elde edilen savat, gümüş eşya üzerinde daha önce açılmış olan kılcal kanallara iki yolla sürülür. Ya yemeğe tuz eker gibi serpilir ya da boraks ile sulandırılarak çamur haline getirilen savat, boşluklara sıvanarak doldurulur.
Sonraki aşamada yapı**** iş, mangal ateşine tutulur. Isının etkisiyle tekrar eriyen savat, boşluklara iyice nüfuz eder. Bu aşamadan sonra soğuması için bekletilen savat, cilalanarak kullanıma hazır hale gelir. Savat, gümüş eşyanın üzerindeki resimleri, motifleri simsiyah ortaya çıkarır. İyi savat her geçen gün daha fazla parlar.

ALTIN MAKYAJIYLA SÜSLENİYOR : GELENEKSEL SANAT TOMBAK

Osmanlı’da ekonomik şartlar ve dinsel nedenlerle altın ve gümüş yapımı azalınca, Tombak olarak adlandırı**** bakır üzerine altın kaplama sanatı doğdu. Tombaklama tekniği müzelerde sergilenen eserlerde arasında yerini alırken, sayıları azalan tombak ustaları, mesleği sürdürmeye çalışıyor.
16. yüzyıldan itibaren sanatta klasik Osmanlı tarzı, hem süsleme hem de formlarda kendini göstermeye başladı. Bu yüzyıldan sonra da birçok meslek dalında günümüze kadar taşınan eserler ortaya çıkarıldı. 18. yüzyılda daha çok ekonomik nedenlerle altın ve gümüş eserlerin yapımının azalması, altın görünümlü tombakların çoğalmasına neden oldu. Tombak, altın-civa karışımı ile kaplanmış bakır ve alaşımı eşyanın genel adı olarak tanımlanabilir. Osmanlı maden sanatında bakır ve bakır alaşımı pirinç, günlük yaşamda ve dinsel yapılarda kullanı**** eşyalarda, askeri teçhizatta, mimari süsleme elemanlarında yaygın olarak kullanıldı. Günlük hayatta kullanı**** bakırdan yapılmış kahve güğümü, hamam taşı, tepsi, şerbetlik, ibrik, hoşaf tası, kapaklı sahanlar, kemer tokaları ve askeri malzemeler altınla kaplanarak tombaklandı. Osmanlı’da tombak sanatına ilgi artınca, sanatçılar tombaklama tekniğiyle yapı**** birçok önemli esere imza attı. O dönemden sonra, Osmanlı sarayında altın, eşyalarda, genellikle saf olarak değil, başka bir madenle karıştırılarak kullanıldı. Sofra takımlarında ise, altın yerine gümüş ve tombak tercih edildi.

Yapım tekniği
Tombaklama için "cam veya porselen bir kabın içinde" civa ve çok ince kıyılmış 24 ayar altın karıştırılır. Bu karışım "ahşap bir çubukla" karıştırılarak, altının civa içinde tümüyle çözülmesi yani sıvılaşması sağ****ır. İnce bir tülbentle süzülen sıvı alaşım kullanıma hazır hale gelmiş olur. Bu arada altın kaplanacak olan eşyanın yüzeyi bütün oksit ve kirlerden temizlenip kurutulması gerekiyor. Tombak yapılacak yüzeye bir fırçayla, sıvı alaşım yedirilerek sürülür. Tombaklanmış eşya, "küllenmekte olan odun kömürü ateşi" üzerine konularak veya düşük ısıda fırınlanarak civanın uçması sağ****ır.
Altının yüzeye sızması ve yapışması tamamlandığında tombaklama işlemi de bitmiş oluyor. Tombaklamada, altın eriyik uygulanan kabın gözeneklerinden içeri girerek madenle özdeşleşir. O yüzden tombaklı eşyanın yüzeyindeki kaplama hiçbir zaman tabaka halinde kalkmaz. Tombaklanan eserin üzerindeki altın buğulu ve sıcak bir görünüm alır. Bu haliyle diğer sanat eserlerinden farklı bir çekiciliği vardır. Dövme, kakma, kalem işi gibi çeşitli tekniklerle hazırlanan bakır eşyaların, tombaklanmalarıyla birlikte değerleri bir kat daha artmış olur.Civa içinde 1000 ayar saf gümüş çözülerek gümüş tombaklama da yapılabilir. Tombaklama yapılırken, büyük bir dikkat ve özen şart. Buharlaşan civanın solunması sağlık açısından risk taşımasından dolayı ustaların mutlaka maske takmaları gerekiyor.
Geçmiş dönemlerde havada uçuşan civayı farkında olmadan soluyan meslek mensupları ciddi rahatsızlıklarla karşı karşıya kalmıştı. Tombak, geçmiş dönemlerde ustaların hünerlerini sergiledikleri bir sanat dalı olarak ilgi görürken, bugün bu eserler antika müzelerinin parçaları arasında yer alıyor.

Mıhlamacılık

Osmanlı döneminde sanatlarının zirvesine çıktılar. Ünü dünyaya yayılmış kaşıkçı elması başta olmak üzere, neredeyse tüm mücevherlerde onların imzası bulunuyor. 16. yüzyılda ustaların hünerli ellerinden çıkmış eserler bugün hala, Topkapı Sarayı’nda sihirli güzellikleriyle ziyaretçileri tarihsel yolculuğa çıkarıyor.
Mıhlama işinde estetik, uygun ve sağlam montaj, ürünün kalitesini yükseltiyor. Bu yüzden her takının son durağı kaliteli bir mıhlama ustasıdır. Mıhlama, mücevherin yanında maşrapa, ibrik, matara, saat kadranı, kılıç kınları, kemer tokaları, muskalar, el aynaları gibi eşyalara da uygulanabiliyor. Geçmiş dönemlerden kalma mıhlama eserlerine bakıldığında bu tekniğin daha çok altın üzerine zümrüt, elmas ve zebercette kullanıldığını söylemek mümkün.

Gümüş üzeri mıhlamalarda ise mercan, akik, firuze, turkuaz gibi taşlar kullanılmış. Mıhlama tekniğinin inceliklerinin nakış gibi işlendiği bu eserlerde zerafet ve estetik kaygı göze çarpıyor. Zaman sanatı kabuk değişimine zorlarken, mıhlamacılık, sektörde fabrikalaşmadan en az etkilenen meslek olarak karşımıza çıkıyor. Bu olgu, mesleğin büyük oranda el becerisine dayanmasına bağ****ıyor. Sanat makineleşme sürecinden çok etkilenmese de, kalıp makinelerinde ise, daha çok pırlanta muadili taşlar seri üretimle mıhlanabiliyor.

Mıhlama nasıl yapılır?
Sadekardan gelen kolye, küpe, yüzük gibi takılar üstüne taşlar mıhlanıyor. Öncelikle gelen ürün rokeleye alınıyor. Rokel işleminden sonra taş, ürünün üzerine oturtulur. Bu işlemden sonra, tırnak çıkarma işlemine geliyor. Son olarak da malın temizlenmesi ile iş hazır hale geliyor. Taşları yerleştirilmiş olan takı, cilacıya gönderilir. Mıhlama yaparken el aletleri, frezeler, kaynak aletleri ve malzemeleri, gomalak, mühür, mum, rokela sapı, çelik kalemler, mengeneler, benik, marto ve mıhlama kıskacı kullanılıyor.

“Makineleşme bizi etkilemedi”
Vedat Çakan (Mıhlama Ustası)
9-10 yaşında ustamın yanına girdim, 33 yıldan beri bu sanatla uğraşıyorum. Mıhlama, alaturka ve alafranga olmak üzere ikiye ayrılıyor. Alaturka ile elmas mıhlanırken, alafranga da ise pırlanta ve renkli taşlar yerleştiriliyor. Sanatı öğrenebilmek için çocuk iken, bu işe girmek gerekiyor. Meslek 1-2 yılda öğrenilemez, bizim bile bazen eksiklerimiz olabiliyor. İş bizde bitiyor. Taşları koymak için makinesini yaptılar ama her işi yapamıyor. Pırlanta üzerine dökmeye cesaret edemiyorlar. Makineleşme bizi etkileyemez. Ancak meslekte yeni sanatçılar yetişmiyor. Ustasının yanında bir yıl kalıyor ve kendini mıhlayıcı ilan ederek fabrikada çalışmaya başlıyor. Bu da piyasada kalitenin düşmesine ve dengesiz bir rekabetin oluşmasına yol açıyor. Mıhlayıcılar, bu işi birlik beraberlik içinde belli fiyatları koyarak yürütmeli. Mıhlama, insan yeteneğinin ön planda olduğu bir sanat. Altını bozarsanız eritilir ve yeniden yapılır. Ama bir taş kırdığınız zaman o gider.

“Mıhlamada seri üretimi başlattım”
Kadir Ayter (Kadir Usta Kuyumculuk)
Mıhlamacılık başlı başına bir sanat dalı. Ancak, atom ve zirkon gibi pırlanta muadili taşlar devreye girince üretimin ucuz ve seri olması zorunlu hale geldi. Gelen talebi karşılamıyor, üretimde standartlaşmayı sağlayamıyorduk. 20- 24 mıhlamacıya verilen model, 24 farklı kılıkta geri geliyordu. Benim geliştirdiğim mıhlama tekniğiyle ürünler aynı standartlarda vitrine çıkıyor. Seri üretimde her şey, aynı imalathanenin bünyesinde gerçekleştiriliyor.
Öncelikle model için mumlarla işe başlıyoruz. Mumları dökümle gümüşe çevirdikten sonra, gümüş üzerinde detaylarını çalışıyoruz. Bu noktada modelin üzerinde kaç numara, hangi boyda taş olacağını tespit ediliyor. Bundan sonra kauçukçu onları kauçuk olarak alıyor
Ve mum olarak basılmak üzere döküm bölümüne gidiyor. Bu teknik pırlanta ve muadili taşlarda uygulanıyor. Sadece elmasta kullanılamıyor. Çünkü, elmasın altı dümdüz, pırlanta gibi aşağıya doğru konik bir özelliği yok. Bu teknikle estetik bir kayıp olmadı, aksine mıhlama işinde bir standart oluştu. Ancak gerçek mıhlamanın bu teknikle bir ilgisi yok. Onların seri üretimde çalışmaları sanatlarına yazık olur diye düşünüyorum.

“Dünya ustaları İstanbul’dan çıktı”
Zadik Çağlayan
Mıhlamacı

Kuyumculuğun en ince, hassas ve değerli dalı. Altyapınızın çok iyi olması gerekiyor. Çok sabır isteyen bir uğraş, sabırlı olmayan bir insan bu mesleği yapamaz. Ustalar azaldı ve yeni usta yetişmiyor. Eskisi gibi insanlar gelip çocuğunu sanata sokmuyor. Bizim de bu mesleğe sahip çıkmamız gerekiyor. Mıhlama işiyle uğraşan kişilerin öncelikle özel hayatına çok dikkat etmesi lazım. Akşam erken yatmalı ve düzenli bir yaşantısı olmalı.
Mıhlamanın kalıp makineleri çıktı, ama kimse memnun değil. Sürekli değişik modeller çıkıyor. Her yeni modelin de makineye uyum sağlayacağını tahmin etmiyorum. Kendimizi geliştirmek zorundayız. Her gün yeni şeyler öğreniyorsunuz. Çalışma sistemleri daha iyi olduğu için birçok usta Amerika ve Fransa’ya gitti. En iyi ustalar İstanbul’dan çıktı. Ben bu sanatın dünyaya buradan yayıldığına inanıyorum.

'Tüp teknolojisi' ile seri ve kaliteli üretim

Alyansa talep çok. Geleneksel el işçiliğiyle giderek artan talebi karşılayarak müşterinin yüzünü güldürmek zorlaştı. Türkiye’de de bir çok firme artık ABD ve Avrupalı üreticiler gibi “tüp” üretime geçti...
Geleneksel alyans üretimi el işçiliğine dayalı, kendine has tekniklerle uzun süren uğraşlar sonucu gerçekleştiriliyor. Bir hayli zahmetli olan bu yöntem zamanla değişen ve artan taleplere cevap verebilmek için yerini yeni teknik ve teknolojilere bıraktı. Bugün en gelişmiş alyans üretim tekniği olarak bilinen ‘tüp teknolojisi’, özellikle ABD ve Avrupa’da, seri ve kaliteli üretim yapmak isteyen firmalar tarafından kullanılıyor. Bu teknolojinin uygulama alanı bulduğu makineye ise, Continious Tube Casting Machine adı veriliyor. Türkiye’de yaklaşık bir yıldır kullanı**** tüp teknolojisi, getirdiği yenilikler ve kullanım kolaylıkları ile de perakendeciler tarafından tercih ediliyor.
Boru çekme, haddeleme, boğma ve kesme aşamalarını kapsayan tüp teknolojisi, dört ayrı işlemden oluşuyor. Birinci aşamada altın, Continious Tube Casting Machine’da eritilerek istenen ebatlarda boru haline getiriliyor. Daha önceden hazırlanmış; farklı ayarlarda altın, aloy, katkı maddeleri, renge göre gümüş ve bakır potanın içine atılarak belirli bir ısı derecesinde eritiliyor. Eriyen karışım özel soğutma sistemi ile boru şeklinde makineden çıkıyor. Haddeleme işleminde ise, boru haline getirilen altın ve gümüş, farklı makinelerde istenen şekil ve ölçülerde elmas haddelerden geçirilip inceltiliyor, boyları ayarlanıyor. Bu işlemler yapılırken boru, çelik çubuğa takılarak çeliğe boğuluyor. Dördüncü ve son aşama olan kesme işleminde, altın ve gümüş borular istenen kalınlıkta ve adette kesim makinesinde kesilerek kalem işlemine hazır hale getiriliyorlar.
Kaynak sistemini tamamen ortadan kaldıran tüp teknolojisi, kaynak yapılırken ortaya çıkan ve gözle görülmeyen fiskeleri (delikleri) de ortadan kaldırıyor. Böylece alyans üreticilerinin en büyük sorunu olan alyans büyütme işlemi herhangi bir çatlama ya da kopma olmaksızın hallediliyor. Bu da perakendeci için stok maliyeti düşürüyor. Perakendeci, her boy alyanstan ayrı ayrı sipariş verip elinde fazla mal tutmak yerine, büyütme işlemine giderek elindeki malı rahatlıkla arzu edilen boya getirebiliyor.
Alyans modellerinde yüzde 90 oranında boy sorununu azaltan bu teknoloji hata oranını da minimum seviyeye indiriyor. Üretim hızını artırıyor, maliyetleri azaltıyor. Altı kişinin bir günde kaleme hazırladığı işin dört katını daha az sayıda kişi ile daha kısa sürede hazırlama imkanı veriyor. Üretim boru şeklinde yapıldığından uluslararası erkek ve kadın boylarındaki standart sapmalar asgari seviyeye iniyor. El işçiliğinin yoğun olduğu imalatlarda ise bu standardı yakalamak mümkün değil.
Pek çok Avrupa ve ABD firması, bu boruları satın alıp sadece kalem makinelerinde işleyerek alyans üretmeyi tercih ediyor. Uluslararası standartlara uygun, hatasız üretim yapma imkanı sağlayan bu sistem, ihracat yapan firmalar açısından da avantajlı. Bugün Türkiye’de de uygulanan bu teknolojinin, ihracat yapan yerli alyans üreticilerine dış pazarda önemli faydalar sağlaması bekleniyor.

AMİSOS HAZİNELERİ

Doğu Karadeniz’in yeşilliklerine; capcanlı insanları, bereketi ve lezzetlerine doğru uzanırken, elbet bir gün yolunuz Samsun’a düşecektir. Peki Samsun’un antik mücevherlerini keşfetmek için rotanızı özellikle bu kente doğrultmaya ne dersiniz?

Zamanın 21. yüzyıla ve ötesine akışı; 1995 Kasımında Samsun’un merkezindeki yol hafriyatında ortaya çıkan bir geniş delikte bulunan ve MÖ IV. yüzyıla ait değerli eşyalarla dolu mezarlarla çakışıveriyor. Anadolu’nun her ne kadar artık olağan karşılansa da olağanüstü arkeolojik bereketinin sürprizi bu. Amisos sikkeleri olarak koleksiyoncuları heyecanlandıran ve antik çağın en gelişmiş sikke darphanelerine ve ünlü seramik atölyelerine sahip olan Amisos kenti, 2100 ila 2400 yıl öncesinin zengin yaşam kültürünün merkezlerinden günümüz Samsun’una bir pencere açıveriyor toprağın altından.
Aslında Samsun kentinin geçmişi, birbiri ardına yaşanan acı savaşlarla yüklü. Amisos Hazinesi, Samsun Müzesi araştırmacılarının, M.Ö. IV. yüzyıla; kentin yönetiminde başarıya ve berekete kavuştuğu döneme tarihlendirdiği cam, mermer, madeni ve pişmiş toprak eserler ile M.Ö. I. yüzyıla tarihlenen altın süs eşyalarından oluşan 64 parçalık bir hazine.
Samsun Müzesi yetkililerinin araştırmasına göre, bulunan boşluk iki ayrı dönemde kullanılmış bir aile mezarı. Araştırma kayıtlarında bu şöyle belirtiliyor: “Konklemera tipi kaya kitlesinin oyulması ile yapılmış, tavan-taban ve duvarları horasanla sıvanmış 5x5 metre ebadında 2.30 metre yüksekliğindeki mezar odası içerisine yerleştirilmiş beş adet mezardan üçünün kullanıldığı, ikisinin boş olduğu görülmüş ve böylece burasının bir aile mezarı olduğu tespit edilmiştir. Kullanılmış olan üç mezardaki iskeletlerin oluşturduğu buluntuların incelenmesinden, birinin erkek ikisinin kadın mezarı olduğu; ayrıca altın ziynet eşyaları (ölü hediyeleri) çanak-çömlek, cam ve mermerden yapılmış arkeolojik eserlerin ilk inceleme ve değerlendirilmelerinden, erkek mezarının Pontus Krallığı’nın en üst düzeyindeki yöneticilerinden birine (kral, komutan, prens gibi), kadın mezarlarından birinin bu ünlü kişinin eşine, diğerinin de kızına ait olabileceğini düşünmekteyiz. İnsitu halde bulunan mezarda ölü hediyelerinin (takılarının) uygun yerlere yerleştirildiği görülmüştür (taç kafa üzerinde, kolye boyunda, küpeler kulak hizasında vb.)”
Bu insanlar; cam, mermer, madeni ve pişmiş toprak eşyalar yanında iktidarlarının ve zenginliklerinin sembolü olarak som altından, incelikli el işçiliğiyle hazırlanmış eşyalar ile hediyelendirilmişler mezarlarında: İktidarlarının simgesi defne yapraklarıyla şekillendirilmiş taç, zafer tanrıçası Nike sembollü küpeler, kadın başı, aslan başı gibi süslemelerle bezenmiş bilezikler, bileği saran yı**** şeklinde bilezikler, sarkık zarif zincirleriyle saç bağı, elbise süsleri, sedef ve yakut kakmalı düğmeler, kolyeler, zil şeklinde bir parça, bir sarkaç.
Som altın eşyalar yalnız zevk ve zenginliği değil, mitolojik hikayeleri ve inançları da yansıtıyor. Baş süslerinden küpelerde Eros var. Zafer tanrıçası Nike de küpeleri süslüyor. Hayat, her şeyden önce hava alabilmeye bağlı olduğu için, gökyüzünde uçan kuşlar kanatlarıyla hayatın ruhunu simgelemiş. Kanatlarla uçmanın, hayatın ölüme karşı zaferi olduğuna inanılmış. Böylece, Nike tanrıçasının zaferin müjdecisi olduğuna inanılmış. Nike tüm diğer tanrıçalar gibi uçar, biçim değiştirir, gelecekten haber verir. Eski Yunanların askeri zaferlerini simgeler, bu zaferlerin görkemli kutlamalarını düzenlediğine inanılır. Eski Yunan kültüründe rekabetin ne denli önemli olduğunu hatırlatır. Hazinedeki elbise süsü plakaların on tanesinin üzerleri, hippokampos denilen yarı at yarı balık şeklindeki yaratıkların üzerinde oturarak lir çalan Nereidlerin kabartmaları ile süslü. Nereidler, Akdenizli balıkçıları çok tehlikeli fırtınalarda koruduğuna inanı**** deniz perileri. Gelecekten haber verirlermiş. Antik Yunan sanatında, Hippokamposlarla birlikte denizlerin tanrısı Poseydon’un etrafında betimlenmişler. Meduza kabartmalı düğmeleri, gözgöze gelindiğinde taşa döndüren Meduza, elbiseyi giyeni koruyormuş anlaşı****.
Amisos Hazinesi Samsun Müzesi’nde, olağanüstü güzellikteki Roma taban mozaiklerinin hemen yanında sergileniyor. Samsun’un Romalı halkından yadigar.
Samsun’un halkları hakkında küçük bir hatırlatma yapalım. Samsun, MÖ VI. yüzyılda muhtemelen Milet (Miletos) ve Foça’dan (Phokaia) gelen İonyalı Greklerin kurduğu Sinop gibi önemli bir Karadeniz liman kenti olarak “Amisos” adıyla kurulmuş. Kızılırmak (Halys) ve Yeşilırmak (İris) nehirlerinin arasında, deniz kenarında, bir tepenin üzerinde yer almış. Açık bir liman görünümünde olan kent, Helenistik dönemde de Sinop’un (Sinope) geçmişine benzer şekilde, Pontus Kralı VI. Mithridades Eupator hükümdarlığı sırasında refaha kavuşmuş, tapınaklar ve diğer yapılarla donatılmış. Ne var ki, M.Ö. 71’de Lucullus komutasındaki bir Roma Ordusu Kral Mithridades’i burada sıkıştırarak, kenti yakıp kül etmiş. Ancak Komutan Lucullus, bir antik Yunan kentini yıkmış olmaktan dolayı duyduğu vicdan azabıyla Amisos’u yeniden inşa ettirip evsiz kalan halkına yeniden ev tahsis edilmesi emrini vermiş. Kent kısa zamanda yeniden kurulup, 15 yüzyıl boyunca Doğu Karadeniz’in ana limanı olma özelliğini korumuş.
Yaklaşık 1194’te Selçukluların aldığı kent, Türklerin koydukları Samsun adıyla anılmaya başlamış. Osmanlılar Samsun’u 1425’te aldıklarında, siyasi ve ticari açılardan anlaşamamış olacaklar ki, Cenevizliler kendilerine ait yerleri ateşe verip deniz yoluyla kentten ayrılmışlar.
Samsun’a gittiğinizde, iki yıl önce Türkiye’nin en güzel sahil yollarından birine kavuşan kentte; Atatürk Müzesi’ni, cumhuriyetin simgelerinden Bandırma Vapuru’nu da görebilirsiniz. Sahilde demirleyen Yalova Vapuru ise Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilmiş ve şık bir restoran olarak değerlendirilmiş. Deniz mahsulü lezzetlerin yanısıra Karadeniz mutfağının fasulye turşusu kavurması ve mısır ekmeği için de Yalova Vapuru doğru adres. Meşhur yumurtalı Samsun pideleri ise Amisos hazineleriyle göz zevkinizi tatmin ettikten sonra gezinizin lezzet duraklarından birini oluşturmaya aday.

TAKI VE MENŞEİ

Herkesçe bilinen şey, insanoğlunun ihtiyaçlarının her devre göre değiştiğidir. Ancak bu ihtiyacın şekli ne olursa olsun, beslenme, barınma, giyinme ve süslenme ihtiyaçları hiç değişmemiştir. Keşifler ve icatlardır ki, her bulunan yeni şeyi bir müddet sonra ihtiyaç haline dönüştürmüştür. Ama gerçek şu ki, insanlar çağdaş iletişim aletleri bulunmadan önce de haberleşiyor, bir yerden başka yerlere gidebiliryorlardı. Nasıl yapıldı, nasıl başarıldı bilinmez ama, semavi dinlerden önceki krallar ve ruhban sınıfı kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak insanlara kabul ettirmişlerdi. Burada bir şeyi kabul etmek gerekir. O da sistemin ilk kurucularının çok akıllı oldukları. İşte bu yarı tanrılar veya tanrının yeryüzündeki temsilcileri, (çoğu kedini öyle gösteriyordu) tanrısal güçlerini insanlara kabul ettirmek için birçok yollar buldular. Çeşitli ayinlerde giyinmek ve takınmak üzere simgesel vasıtalara başvururlardı. Bu ayinlerde ekinlerin bereketli olması, insanların kötü ruhlardan korunması veya başarılı olmaları için değişik zaman ve kabilelerde çeşitli isimler altında ruhban sınıfınca insan ve tabiat kutsanırdı.

Tanrı sembolleri takıyı yarattı

Öncelikle tanrı krallar ve rahipler, sahip oldukları güçleri üzerlerinde taşıdıkları sembollerden alırlardı. Onlar kendilerine tanrılarınca bağışlanmış şeylerdi. Bu bağışlanmış simgeler o zamana kadar keşfedilmiş kıymetli taş ve madenlerden yapılırlardı. İşte bu sembollerdir ki günümüz takılarının menşeidir. İnsanoğlu binlerce yıl içinde kurduğu çeşitli medeniyetlerle kendi yapar kendi tapar misali icad ettikleri tanrıları ile belki bilerek, belki de bilmeyerek günümüz kuyumculuğunun temellerini atmış oluyorlardı. Ortaya koydukları birçok eserle de gerçekten insanı hayrete düşürecek derecede başarılı olmuşlardır. O eserlerdir ki, bugün dünya müzelerini süslemektedir. Özellikle altın ve gümüş üzerine kıymetli taşlarla bezenmiş olanlar günümüz sanatçı ve eleştirmenlerini hayrete düşürecek derecede estetik ölçülere sahiptirler. Kaynağını çok tanrılı dinlerden aldığını belirttiğimiz takılar, semavi dinler içinde de kendilerine yer bulmada zorlanmadılar ve gecikmediler. İşte binlerce yıllık geçmişi olan Türk toplumu da değişe gelişe özellikle de doğum ve evlilik gibi mutlu günlerle töreleştirdiği adetleriyle büyük bir medeniyet meydana getirmiştir. Orta Asya’dan başlayıp çeşitli adlar altında kurdukları çok sayıdaki Türk devletleriyle, dünya giyim kuşam sanatına, büyük katkılarda bulunmuşlardır. Öncelikle Uygur Türkleri, daha sonraları da Selçuklu ve en önemlisi ise Osmanlı medeniyeti, bütün dünyayı uzun müddet hayran bırakmıştır.

Makineleşme sanatı bozdu

Ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru, bizde ve dünyada makineleşme, kuyumculuk ve takı sanatına büyük darbe vurmuştur. Santrüfüj döküm tekniği ve pres usulü ile birbirinin aynı binlerce takı kısa zamanda piyasaya sürülür olmuştur. Bir kitabı binlerce basarsınız, bir kaseti binlerce çoğaltırsınız. Bu yaygın eğitim, bilgilenme ve de eğlenmek için doğrudur. Ama sanat eseri için asla. Herkesin kulağında aynı küpe, herkesin bileğinde aynı bilezik ve herkesin evinde aynı tablo. İçinde sanatkarın ruhu ve nefesi olmayan şey sanat değildir. Zaten tekrar edilen şey sanat olamaz. Sanat fidanı iltifat gördüğü yerde yeşerir. İşte bu sayımızdan başlayarak, Anadolu kültüründe binlerce yıllık birikim sonucu oluşan takı kültürünü işleyeceğiz. Geçmişte emek verilen, alınteri dökülen eserlerden örnekler vereceğiz. Bunların arasında Anadolu’da bir kültürel birikim olan küpe, tepelik, gerdanlık, bazubent, bilezik, yüzük, kemer tokaları, Mühr-i Süleyman, ayna gibi eserleri ele alacağız.

Küpeler

Kulak memesine açı**** deliğe, tel marifetiyle geçirilen takı. Burada da “aklın yolu birdir” sözünü hatırlamak gerekiyor. Zira birbirlerini tanımayan, dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan insan toplulukları, konu süslenmek olduğunda küpeyi keşfetmişlerdir. Buradan hareketle sanatın da bütün takıların da böyle doğup böyle geliştiği hükmüne varabiliriz. Ne var ki, bütün takılar, onu kullanan kavimlerin kişilikleri ile bütünleşmiştir. Bu da insanoğlunun en takdire şayan yönünü ortaya koymasında yatmaktadır. Küpenin kaynağının tılsım olduğunu bilmem ama, türkçemizde “kulağına küpe olsun” (onu unutma, hatırla, bu sana ders olsun) sözünün bir manası olsa gerektir. Genelde kadınların kullandığı bu takıların eski dönemlerde erkeklerce de kullanıldığı bilinmektedir. Onun da sebebi maddi veya manevi köleliğin simgesidir. Mesela tarihte bazı devlet adamlarının da küpe taktıkları bilinir. Bunların başında büyük Türk Sultanı Yavuz Sultan Selim (1470-1520) gelmektedir. Küpelerde en çok mıhlama tekniği kullanılmıştır. Bu teknikle çok güzel murassa, kıymetli taşlarla bezenmiş küpeler yapılmıştır. Bu tekniğin dışında özellikle pırlanta etkisi yapan güverseli küpeler, incinin bol olduğu yörelerde ve incinin itibar gördüğü yörelerde de çokça incili küpeler yapılmıştır.

Ayrıca, küpe, bilezik ve kemer tokaları, çoğu zaman aynı teknikle yapılmışlardır. Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprağı, başta; Hitit, Lidya, Urartu, İyon ve Troya olmak üzere çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmasından dolayı, dünya müzeleri ve bizim müzelerimiz bu medeniyetlerin kuyumculuk eserleri ile doludur. Bu medeniyetlerin sonraki mirasçıları ise önce Doğu Roma, ardından Anadolu Selçukluları, onun ardından da Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Özellikle Selçuklu ve Osmanlılar Orta Asya’dan getirdikleri maden sanatı teknikleri ile- ki Ruslar Asya Türklerine “Kuznetski” (demirci, madeni işleyen) derlerdi- yeni ve farklı eserler ortaya koyarak dünya kuyumculuk sanatına büyük katkıda bulunmuşlardır.

Birçok takı çeşidinde olduğu gibi küpelerde de birer itibar, asalet ve gösteriş sembolleriydiler. Kıymetli ve yarı kıymetli taşlarla kullanılarak yapılanlarının yanı sıra, kuyumculuk tekniklerinin tamamına yakını küpelerde kullanılmıştır. Bu tekniklerin başında, kıymetli taşlarla yapı**** Alaturka ve Alafranga mıhlamalardır. Bunun dışında telkârî, testere işli oygu , kakma, çakma, vb. kullanılmıştır. Küpelerde tekniklerin yanı sıra sembolleşmiş çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Bunların dışında “Mu” daha sonraları haç, altılı ve beş köşeli yıldızlar, ay ve tabiattan stilize edilmiş göz, el (Fatma’nın eli), yaprak, çiçek, böcek, kartal, aslan gibi çeşitli hayvanlardır. Günümüz kuyumculuğunda da eski eserler, taklit edilmelerinin yanı sıra, birçok ustalara kaynaklık yapmaktadır. Zaten dünü bilmeden günü kazanmak mümkün olmaz.

GÖKLERİN TAŞI: LAPİS LAZULİ

Göz kamaştırıcı rengiyle göklerin sembolü olarak kabul edilen Lapis lazuli, yüzyıllardır dünyanın en önemli taşlarından biri olma özelliğini koruyor. Mısır kralı Tutankamun'un mezarını süslüyor, vücuda temas ettiğinde ruh ve beden arasındaki dengeyi kuruyor.

Lapis lazuli bir süs taşı. Süs taşı deyimi, insanların taşları süs eşyası olarak kullandıkları zamandan bu yana bir ifade aracı olarak kullanılıyor. Kıymetli süs taşlarını yarı kıymetli taşlardan ayıran kesin bir tanımlama yok. Ancak yüzyıllardan bu yana sürüp gelen geleneğe göre, bildiğiniz gibi elmas, zümrüt, safir ve yakut kıymetli taşlar kategorisinde. Diğerleri ise yarı değerli taşlar...
Bütün taşların en önemli özellikleri güzellik, dayanıklılık ve nadirlik... Nadirlik taşlarda bulunması gereken en önemli özellik ve bazı taşların değerini tespit etmek için fiziksel karakterlerinden daha üstün tutulan bir unsur. Örneğin bir zamanlar ametist son derece kıymetli bir taş olarak biliniyormuş. Yavuz Sultan Selim'in tacında kullanılmış. Ne var ki, sonraki yıllarda Brezilya'da büyük rezervlerin bulunuşu bu taşın değerini aşağı çekmiş. Lapis de öyle...Afganistan'da çıkarıldığı dönemde değeri oldukça yüksekmiş ve değerli taş kategorisindeymiş. Ancak bulunduğu bölgeler çoğalınca yarı değerli taş kategorisine düşmüş.

Göklerin taşı
Gece taşı ya da gerçek taşı olarak da bilinen lapis lazuli renginden dolayı göklerin sembolü olarak kabul edilmiş. İsminin anlamı da "Göklerin taşı" zaten. Yarı değerli bir taş. Lacivertimsi, morumsu, koyu mavi bir renge sahip. Ancak rengin yoğunluğu çıkarıldığı bölgelere göre faklılık gösteriyor.
Lapis, yüzde beşi su olan bakırkarbonat. Doğadaki taşların arasında saf olmayan taşlardan biri. Lazurit ve diğer mavi minerallerin bileşimi. Buna rağmen yüzyıllardır dünyanın en önemli taşlarından biri olma özelliğini koruyor. Kristal yapısı birbirine dik ama farklı uzunlukta olan eksenlerden oluşuyor. Sertlik derecesi 3.5-4. Çoğunlukla malahitle birlikte bakır yataklarında bulunuyor. En çok Afganistan, Rusya, Urallar, Avusturalya, ABD Arizona ve Pensilvanya'da bulunuyor.
Taşlar tedavi yöntemi olarak kullanılmanın dışında zihinsel yetenekleri geliştirmek, ruhsal gelişime yardımcı olmak, pozitif enerjileri çekmek ve sezgileri güçlendirmek gibi birçok amaca da hizmet ediyor.
Lapis lazuli için söylenenler; zihinsel berraklığa ve derin düşünmeye yardımcı olduğu, ruh ve beden arasındaki dengeyi kurduğu yolunda. İçe yönelik derin ve sarsılmaz yoğunluğuyla geçmişin değerlendirilmesine ve bilinçaltının yeniden programlanmasına yardım ediyor. Meditasyon için de çok uygun bulunuyor, çünkü üçüncü gözü temizleyip dengelediği kulaktan kulağa yayılıyor. Böylece üçüncü göz daha incelmiş enerjileri alabiliyor, geçmişle olan duygusal bağları çözerek huzura kavuşturuyor.
Bazı fiziksel etkilerinin de var olduğu söyleniyor. Küçük çocukların solunum yolu hastalıklarından korunmasını sağlar, kemikleri kuvvetlendirir, troid bezlerini harekete geçirir, tansiyonu düzenler, fiziksel yetenekleri ve iletişim yeteneğini kuvvetlendirirmiş. Hangi amaçla kullanılırsa kullanılsın, her gün kullanılması durumunda onu taşıyan kişi artık taşın gücüne alıştığı için etkisi azalabiliyor. Yani, çok sık kullanılmaması da tavsiye ediliyor.
Gelelim, lapis lazulinin metafiziksel ve psikolojik etkilerine... Dikkatli kullanılması gereken bir taş diyor işin uzmanları. Yaydığı enerji, hassas kişilerde baş dönmesine neden olabiliyor. Kararlı ve etkili enerjisiyle görmezden gelinen olayların dikkate alınmasını sağlıyor. Ruhun gerçeğe ulaşma arzusunu kuvvetlendiriyor. Akılcı olmayan düşünceleri netleştiriyor. Düşüncelere yoğunluk kazandırıyor. Küçük çocukları korkularından uzaklaştırıyor. Kaygıyı azaltıyor ve kişiye canlılık veriyor. Zihin açıklığı ve aydınlanma amacıyla da kullanılıyor.

Tarihte lapis lazuli
Çok eski medeniyetlerce de bilinen lapis lazuli, bir zamanlar Mısır kralı Tutankamun'un mezarını süslemiş. Eski Mısır'da en çok kullanı**** değerli taşmış zaten. Kralın maskesi ve tabutu sedir ağacı üzerine altın kaplanarak yapılmış. Tabutunda 111, maskesinde 11 kilogram altın var. Her ikisinde de altının yanında ağırlıklı olarak kullanı**** taş lapis lazuli.
Eski Mısır'a ve Hititler'e ilişkin sergilerde lapis lazuliden yapılmış çeşit çeşit nazar boncukları önemli yer tutuyor. Tutankamun'un British Museum ve Kahire Müzesi'nde sergilenen takıları arasında lapis lazuli taşından yapılmış olan şahaser nazar boncukları da var. Ne var ki bu boncuklar beklentilerin aksine, nazadan koruma işlevi görememiş ve firavun henüz 18 yaşındayken bir cinayete kurban gitmiş. Bu arada Avrupalılar bu boncuklara "Evil's eye" yani kem göz diyor.
Antik medeniyetleri kucakladığı sıralarda Anadolu, penis utancının olmadığı ve bu organın hayırlı olarak görüldüğü bir yermiş. Ancak bu inanışın benimsendiği tek yer Anadolu değil. Antik Yunanlılar ve Romalılar da onun uğuruna inanmışlar. Lapis lazuli taşını yontarak muskalar yapmışlar örneğin. Aileyi korusun diye evlerinin kapısına koymuşlar. Uğur getirsin diye çocuklarının boynuna nazarlık olarak asmışlar.
Roma döneminde de ender olarak kullanılmış lapis lazuli. Özellikle yüzüklerde... Örneklerin çoğu M.S. 2. ve 3. yüzyıllara ait. Bu taş için Pers ülkesi de olasılıkla bir kaynak bölgeymiş, ancak yalnızca Afganistan'da çıkarıldığı dönemde değerinin oldukça yüksek olduğu sanılıyor. Öte yandan Gılgamış Destanı'nın İngilizce çevirilerinin birinde ismi geçiyor. Belki de eskilerin bu taşa "seng-i lacivert" demelerinin temeli bu belgeye dayanıyor. Sümerler'e ait "savaş ve barış" ismiyle anı**** standardın çerçevesi ve figürler arasındaki boşluklar, bu taşla kakma tekniği kullanılarak doldurulmuş. Taşın Sümer'e Afganistan'dan getirildiği kuvvetle muhtemel sayılıyor.
Lapis Lazuli'nin hangi burcun taşı olduğu konusunda ise her kaynak başka bir şey söylüyor. Terazi, yay ve balık burçları ağırlıklı olarak kaynaklarda geçiyor. En iyisi burçları boşverip, lapis lazulili şık takıların keyfini çıkarmak belki de...

GELENEKSEL TÜRK TAKILARI

Bir milletin varlığını koruyabilmesinin temel öğelerinden biri kültürüdür. Oldukça zengin ve çok renkli bir geleneksel kültürün sahibi olan Türk milleti de bu konuda oldukça şanslıdır .Değişen çağa ve hızla gelişen teknolojiye rağmen çoğu somut kültür ürünü de Anadolu’nun pek çok yerinde hala yaşamaktadır. Türk kültürünün yaşayan ya da yaşatılmaya çalışı**** bu ürünlerinden biri de Geleneksel takılarıdır.Geleneksel takıların önemli bir özelliği yapımında ve kullanımında gelenek ve inançların önemli bir rol oynamasıdır. Örneğin, evlenirken bir genç kıza baba evinden çıkmadan önce babası tarafından takı**** kemer “ eline beline diline hakim ol” anlamına gelir. Ayrıca Anadolu’nun çoğu yerinde evlenmeyle birlikte kadınlar tepelik kullanmaya başlarlar. Bu tür geleneklerin yanı sıra, takılarda kullanı**** bazı taşların ve bu taşların renklerinin kullanan kişiyi nazardan koruduğuna dair yaygın inanışlar da vardır. Bu ve bunun gibi saymakla bitmeyecek pek çok gelenek ve inanç bugün de azalmakla birlikte sürdürülmektedir. Ayrıca bazı takıların süs unsuru olmasının yanında işlevleri de vardır.Örneğin,”Halhal Diyarbakır’da büyükler tarafından kullanılmaz. Sadece çocuklar ve genç kızlar tarafından kullanılır. Bunun da iki nedeni vardır. Her çocuğun halhalının sesi ayrıdır. Her anne ve baba kendi çocuğunun halhalının sesini tanır. Çocuklarının kullandıkları halhal sayesinde anne ve babaları onların nerede olduğunu anlarlar. Genç kızlar ise halhalın çıkardığı ses sayesinde akrep ve benzeri zehirli hayvanların kendilerine yaklaşmasını önlemek için kullanırlar.”(1)

Türk takılarına genel olarak bakıldığında, takıyı daha çok kadınların kullandığı, erkek takılarının çeşitlilik açısından kadınlarınkine oranla daha az olduğu görülmektedir.Belli başlı kadın takıları şöyle sıralanabilir.Özellikle baş takıları çoktur.Tepelik, başlık olarak fesin üstüne yerleştirilerek kullanı****, etrafından uçlarında paraların olduğu zincirlerin sarktığı daire biçiminde bir takıdır.”Tepeliklerde nazarlık olarak “Mühr-i Süleyman” motifine sıkça rastlanmaktadır. Tepelikler ilk kez gelin başında kullanılarak, günlük yaşamda yer alan bir süs olduğundan başlık değerini belirlerken, gelinin değerini de sembolize eder.”(2) Üç kor (alınlık),Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde baş süslemelerinde fesin ön kısmından, yanlara doğru takılarak kullanı**** bir takı çeşididir. Çeşitli metal, boncuk ve taşlarla süslü, bolca zincirli takılardır. Zülüflük(yanak döven),”fesin yanlarından sarkıtılarak kullanı****, dairesel üçgen ve sembolik şekillerle,penez ve boncuklarla süslü takılardır. Bu takıyı takan kişi yürüdükçe takıda bulunan zincir ve penezlerin yanak üzerinde hareket etmesinden dolayı “yanak döven “ adı verilmiş olabilir. Ayrıca yanak dövene zülüflerin üzerine takılmasından dolayı olsa gerek Sabiha Tansuğ ”zülüf bastı” denildiğinden de bahsetmiştir.”(3) Çenelik,bazı yörelerde çene altından geçirilerek alının her iki yanında fese veya başörtüsüne tutturularak kullanı**** bir takıdır.Takının bu şekilde kullanılmasından ötürü çoğu yörede çenelik denilmektedir. Ayrıca Yüccek, İlmeçeri, Sakalduruk Sakaldırak ve Tombaka gibi isimleri de vardır. Enselik,”başın arkasına örtü üzerinden sağlı sollu olarak, saç korunun üzerine takılır ve enseden aşağıya doğru sarkar. Dört sıra halinde saçaklı madeni bir takıdır.”(4)

Küpe, kadınların süslenmek için, kulak memelerini deldirdikten sonra taktıkları, çoğunlukla madenden yapı**** ve zaman zaman taşlarla da süslü bir takıdır.Hızma burun kanadına takı**** süslü, altın ya da gümüş, çoğu zaman halka biçiminde bir takıdır.Baş takılarının dışında ayrıca boyunda; Gıdıklık(gerdanlık ),değerli taş veya madenden, boncuktan ya da altın paralardan yapılmış, boyna takı**** takıdır.Gerdanlık veya gıdıklıklar fazla sarkmazlar. Boynun omuzlarla birleştiği kısımda kullanılır. Kolye, gerdanlıkla aynı anlamı taşır görünse de, gerdanlıktan daha uzun, boyundan göğüse doğru uzanan takılardır. Hamaylı, Üzerinde ayet ya da duaların yazılı olduğu kağıtları muhafaza eden, madenden yapılmış takıdır. Döşlük, göğüs üstüne gelecek şekilde kullanı**** takıdır. Ayaklarda; Halhal, ayak bileklerine takı**** halka biçiminde, üzerinde de ses çıkaran çıngırakların olduğu bir takıdır. Belde; Kemer ya da Kemer tokası el ve kollarda; Yüzük ve Bilezik kadınların kullandıkları diğer takılardandır. Erkeklerde kullanı**** takılar ise Hamaylı, Yüzük ve Köstek tir.Köstek,erkeklerin saat ucuna taktıkları zincirlerdeki süslemeli parçalardır.

Bu takılar arasında kadın ve erkekte ortak olarak kullanı**** hamaylılar çeşitlilik gösterir.Bir tanesi silindir biçiminde, diğeri üçgen şekilde, sonuncusu dikdörtgen bir kutu şeklinde yapılır.Silindir şeklinde olanlara hamaylı, üçgen şeklinde olanlara muskalık denilir.Bu iki şekil hem kadınlar, hem erkekler tarafından kullanılmaktadır. Ancak dikdörtgen kutu şeklinde olanlar erkeklere özgüdür. Kadınlarda malzeme olarak altın ve gümüş kullanılmakla beraber, erkek takılarında gümüş kullanılmış ancak altın çok kullanılmamış.Geleneksel takılarda pek çok metal işleme tekniğinin kullanılmasının yanı sıra Telkari ve Savat tekniklerinde oldukça dikkat çekici örnekler bulunmaktadır. Telkari Farsça bir terimdir. “ İnce altın ya da gümüş tellerin kıvrılarak, sarılarak ya da örülerek çeşitli desenler oluşturacak biçimde düzenlenmesi ve birbirlerine ya da metal bir zemin üzerine lehimlenmesiyle yapı**** zarif görünümlü dantele benzeyen kafes işidir.Arkeolojik buluntular bu tekniğin İ.Ö 3000 de Mezopotamya’da, İ.Ö 2500 de de Anadolu’da kullanıldığını göstermektedir.”(5)

“ Osmanlıların Avrupa topraklarında egemen olduğu zamanlar, bu sanat kolu Yugoslavya’da, Saraybosna ve Prizren’de çok ilgi görmüş, büyük ustaların yetişmesine neden olmuştur. Ancak XII. Yüzyılda Musul bu sanatın merkezi olmuş, daha sonra Horasan’da da telkari işçiliği yayılarak buralardan ustalar yetişmiştir. Hatta daha sonraları, Musul’dan Suriye’ye geçen bu işe batılılar Şam işi demişlerdir. XV. Yüzyıldan itibaren Türk sanatkarları bu işi ele alarak çalışmışlar ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da merkez oluşturmuşlar. Özellikle Mardin ve Midyat’ta çok ince ve güzel örnekler ortaya koymuşlardır. Bunları Gaziantep ve Diyarbakır takip etmiştir. Aynı şekilde telkari Trabzon’da da çok gelişmiş ve nice ustalar yetişmiştir. Daha sonraları İstanbul, Edirne, Bursa, Elazığ, Sivas ve Beypazarı gibi yöreler de birer merkez olmuştur. Bugün bu sanat kolu Erzurum, Erzincan- Kemaliye, Kayseri, Bartın, Eskişehir, Antalya, Kars-Hanak, Trabzon-Sürmene, Urfa-Merkez bilhassa, Ankara-Beypazarı’nda en güzel biçimde gelişerek devam etmektedir.”(6) “Savat, Niello olarak da bilinir. Bezeme sanatında Metal eşya ( çoğunlukla gümüş ) üstüne oyulmuş desenleri doldurmakta kullanı**** siyah renkli kükürtlü metal alaşımıdır.Belli oranda kükürtle gümüş ve bakır ya da kükürtle kurşun ve bakır karıştırılarak hazırlanır. Potada eritilen karışım, soğuduktan sonra havanda dövülerek toz haline getirilir. Bu toz, işlenecek eşyanın üstündeki yuvalara doldurularak alçak ısıda fırınlanır. Toz halindeki alaşım ısı ile sıvılaşır ve yuvanın içine yayılarak zemine sıkıca yapışır. Eşya soğuduktan sonra cilalanarak parlatılır.Savat tekniğinin Eski Roma’da uygulandığı bilinmektedir.Türkler’de ve İranlı’larda savatın İslam’dan önce de bilindiği sanılmaktadır. İslam döneminde bu işin en önemli merkezleri Azerbaycan, Kafkasya, Anadolu’da da Van, Erzurum gibi doğu kentleridir.”(7) Bu kadar zengin ve her biri ayrı bir sanat eseri olan geleneksel takıların günümüz takılarında da benzer örneklerini görmek kayda değer bir gelişmedir.

ANTİK ÇAĞDA KOLYE

Dünyanın ilk zamanlarında ufak taş parçaları ve deniz kabuklarıyla başlayan, kemik ve boynuz parçalarıyla süren kolyenin serüveni birbirinden değerli taşlarla sürüyor. Kullanım yeri itibariyle o,şüphesiz kadınların en özel takısı...

Geçmişten günümüze; süslenme, beğenme ve beğenilme arzusunun en önemli göstergelerinden olan takılar arasında, kolyeler en göze çarpanı... İlkel zamanlarda ufak taş parçalarından, deniz kabuklarından, kemik ve boynuz parçalarından yapı**** kolyeler, basit ve sade görünümlü. Sıra sıra dizilen renkli taşların, o dönemlerin en sevilen kolye formları arasında yer aldığını bugün müzelerimizi süsleyen, erken devirlere ait boncuk ve kolye örneklerinden anlayabiliriz. Kültürler değiştikçe, çağlar birbirini izledikçe gelişen ve yeni teknolojilerle, yeni formlarla gelişerek günümüze ulaşan takı sanatında kolyelerin yadsınmaz bir önemi vardır. Diğer takıların kullanım yerleri göz önüne alındığında, en göze çarpan takının kolye olması kaçınılmazdır.
M.Ö. 6. yüzyılda yaygın olarak görülen palamut sarkaçlı kolyelerin yerini M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda çok daha ince işçilikli ve ayrıntılı kolyeler almış. Tüm boynu boşluk bırakmadan saran ve boyundan gerdana dökülen bir danteli anımsatan bu kolyelerde, ince ve sık tellerden yapılmış zincirler temel öğeyi oluşturur. Zincirlere eklenen parçalarla kolye sade ya da çok gösterişli bir hale getirilir. Zincirlere dizilen boncuklar ile tek ya da çift sıra halinde yerleştirilen borucuklar, bu tip gösterişli kolyelerin üst kısmını oluşturur. Bu şekilde tasarlanan üst kısımların altlarına eklenen mızrak ucu ya da palamut şekilli sarkaçlardan başka; insan ya da hayvan başı şekilli sarkaçlarda yan yana dizilerek göz okşayan kolyeler üretilmiştir, eski çağların altın sanatçıları tarafından. M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren zincir ya da örgü sistemi ile yapılmış olan geniş şeritler, gerdanlıklarda sıkça kullanılmaya başlanmış ve son derece gösterişli takılar yaratılmış. Bu tip gerdanlıklarda, üzeri telkâri işçilikle süslü kopçalar ve birkaç zincirden oluşan sarkaç grupları kullanılarak gerdanlıkları çok daha zengin ve gösterişli hale getirilmiş. Hatta sarkaçların bağlantı öğesi olarak kullanı**** halkaları gizleyen çiçek motiflerinde de mine tekniği uygulanarak daha renkli görüntüler elde edilmiş.
M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren görülen bir diğer model de, boyun bağı olarak adlandırılıyor. İki altın zincirin bir bağlantı boncuğunun içinden geçirilmesi ve sarkan uçlara eklenen sarkaçlardan oluşan bu kolyeler, estetik görünümleri ve zarif duruşları nedeniyle antik çağda çok rağbet gören modeller arasında yerini almış. Zincirlerin uçlarına dörtlü püsküller ve bu altın püsküllerin uçlarına da çeşitli şekillerde sarkaçlar eklenmiş. En çok kullanı**** sarkaç şekilleri arasında çiçek, nar, palamut ve küre sayılabilir. Şekli ne olursa olsun bu sarkaçlar ve bağlantı boncukları, telkâri tekniğinin zarif zevkiyle süslenerek kolye ve gerdanlıkların hem estetik, hem de maddi değerlerini artırmış.
Kolye yapımcılığı, takı yapımında büyük gelişmelerin yaşandığı Hellenistik Çağ’da, diğer takılara paralel olarak gelişmiş ve yeni malzemelerin, farklı modellerle harmanlandığı bir anlayışla yaratıcılık sınırları zorlanmış. İnce işçilikli zincirlerin ucunda bulunan kolye uçlarının yanı sıra; çeşitli taşlarla, cam boncuklarla süslenmiş gösterişli altın gerdanlıklar da bu dönemden itibaren kadınların takıyla olan birlikteliğinin en göz alıcı parçaları arasına girmiş. Estetiğin, kuyumculuk sanatıyla eşsiz bir raksı olmuş bu dönemde üretilen takılar. Kakma, granülasyon, dökme ve çekiçleme gibi tekniklerin bir arada ya da ayrı ayrı kullanılmasıyla kimi zaman sade ve şık, kimi zaman da gösterişli ve çarpıcı kolyeler üretilmiş ölümlü ve ölümsüz kadınların gerdanlarını süslemek için. İlk bakışta ışık selini andıran zümrütlü, yakutlu gerdanlıkları, kolyeleri tanrıçalar kullanmış vakur bir edayla, cilveyle; kâh kadın dünyasını yansıtan efsanelerde, kâh kadın ruhunu okşayan eski masallarda.
Kuyumcu ustaları gelişen teknolojinin getirdiği kolaylıkları, eski geleneklerle birleştirerek yeni tasarımlar ortaya çıkarmış. Kimi zaman altını incecik levhalar haline getirerek yaprak, çiçek, dal motifleri ile süsleyen ustalar, kimi zaman da bu levhalara mitolojik yaratıkları, tanrı ve tanrıçaları betimlemişler. Bazen sadece altını şekillendirerek kullanmış usta tüm hünerini; bazen de başka malzemelerle birlikte kullanarak, rengârenk bir şölene imza atmış; cam boncuklarla, incilerle... Özellikle Roma Devri ile yaygın olarak kullanı**** inci, bu dönemden sonra da sıkça kullanılmış kolyelerde ve diğer takılarda. Altın kolyelerde kullanı**** diğer değerli ve yarı değerli taşlar arasında altının ışıltısıyla hoş bir ahenk yaratan ametist en gözde taşlardan biri olmuş. Farklı tonlarda yeşile sahip olan yeşim de en az ametist kadar sık kullanılmış. Kuvars, karneol ve lapislazuli gibi renkli taşlar, takılarda sevilerek kullanı**** taşlar arasına girmiş. Kolyelerin maddi ve estetik değerini yükselten taşlardan olan yakut, zümrüt ve safir ise hem renkli ışıltıları, hem de altınla olan kusursuz uyumlarıyla günümüzde olduğu kadar antik çağlarda da rağbet gören kombinasyonlarda kullanılmış.
Renklerin sonsuz ışıltısına, altının ölümsüz pırıltısını katan antik çağ takı ustaları, aradan geçen yüzyılara karşın hala görenleri etkileyen göz alıcı takılar yapmışlar zaman ve yer kavramını hiçe sayarcasına. İncecik altın tellere serpiştirilmiş gibi duran zümrütler ya da ışığı rengârenk hüzmelerle yansıtan cam boncuklar, aradan geçen zamana karşın antik çağın sanatçılarına ve estetik anlayışına hayranlık uyandıracak nitelikte.
Malzemesi ya da şekli ne olursa olsun kadının eski çağlardan beri vazgeçemediği, sade ya da gösterişli ama mutlaka üzerinde taşımaktan hoşlandığı bir takıdır kolye. Yerine göre incecik yalın bir zincirin ucundan sallanan zarif bir uçla, yerine göre de albenili, ışıltılı bir gerdanlığın pırıltısıyla büyülemek ister kadın çevresindekileri, yaşadığı zaman ve mekân ne olursa olsun...

ANTİK ÇAĞDA BİLEZİKLER

Yaşadığı çağ ne olursa olsun hep daha güzel olmak isteyen kadın; en gözde takılardan olan bileziği sık sık kullanmış. Kimi zaman Pergeli asil bir kadın bileklerini süslemiş altın ve zümrüt bir bilezikle, kimi zaman da Kıbrıslı bir tanrıça, tanrısal ışıltı saçan bir bilezikle etkilemiş ölümlüleri, kadın erkek ayırt etmeden...

Anadolu tarihinde önemli bir yeri olan Çatalhöyük'te yapı**** kazılarda elde edilen taş bilezikler, bugün müzelerde günümüz insanıyla buluşuyor. Başlangıçta dinsel ve törensel anlamı olan takıların daha sonraları, süslenme ve kendini güzel gösterme amacıyla kullanılması sonucunda takılar değişik şekil ve malzemelerle yapılmış. İlk bilezikler daha çok deniz kabukları, kemik ve küçük taşlar gibi doğal malzemelerin dizilmesiyle elde edilmiş. Bu tip malzemelerden yapılmış bileziklerin çıkarttığı seslerin, ayinlere daha gizemli bir hava kattığını düşünür bazı araştırmacılar.
Anadolu'nun en eski merkezlerinden biri olan Alacahöyük'te, kral mezarlarında bulunan altın bilezikler M.Ö. 3. binde Anadolu'daki kuyumculuğun ulaştığı nokta hakkında bilgi verir. Hititler'den kalma duvar kabartmalardaki insan figürlerinin bileklerini süsleyen bileziklerdeki zenginlik dikkat çekicidir. Yüzleri birbirine dönük aslan başları ile süslenmiş bilezikler, Hititler'in severek kullandığı formlarından olmuş.
Anadolu kültürleri arasında maden sanatı ve kuyumculukta en başarılı olan toplum kuşkusuz Urartular. Urartular altın takıları törensel amaçla kullanırken, gümüş ve bronz takıları günlük yaşamda kullanmış. Urartu mezarlıklarında yapı**** arkeolojik kazılarda bileziğin hem kadınlar, hem de erkekler tarafından kullanıldığı ortaya çıkmış.
Orta-Batı Anadolu'da hüküm süren ve tuttuğu her şeyi altına dönüştüren Kral Midas'ın halkı Frigler'in yaptığı takılar da kuyumculuğun sırlarının, estetikle buluşmasının bir göstergesi gibi. Pers istilası sırasında Doğu ile Batı sanatını topraklarında harmanlayan Anadolu, bu dönemde aslan başları, hatta gövdeleriyle süslü ağır altın bileziklerle göz kamaştırmış, eski çağların usta kuyumcularının ellerinde. Camdan yapılmış bilezik halkaların altın aslan başı uçlarla süslendiği örneklere de bu dönemde rastlarız. Bilezik halkası olarak camın asaletli ışıltısının yanı sıra, ince teller de bilezik yapımında kullanılmış. Bu tip ince tellerden oluşan bileziklerde; cam, kalsedon ya da kuvars gibi malzemelerden yapı**** süslerle, bilezikler farklı ve daha göz alıcı bir hale getirilmişler; daha çok beğenilmek arzusuyla.
Batı Anadolu'da antik Yunan sanatının, yerli anlayışla yorumlanması sonucunda takılarda da değişiklikler gözlenmiş. Gerek motif ve figürlerin çeşitliliği, gerek bu çeşitliliği pekiştiren ayrıntılı ve ince işçiliğin toplumlar arasında yayılmasıyla Batı Anadolu, kuyumculuk konusunda estetiğin ve teknolojinin birleştiği bir yer olmuş. Bu dönemde daha eski devirlerin mirası olarak kabul edilen uçları hayvan başlı bileziklerin yanı sıra, M.Ö. 4. yüzyıldan sonra bileziklerde, granül tekniğiyle yapılmış süsler ve telkâri şeritler de görülür. Artık bilezikler tamamen süslenme amacıyla kullanılmış ve gösteriş ön plana çıkmış. Ancak bilezik yapımında ağır ve törensel bir gösteriş yerine, son derece ince işçilikli ve ayrıntılarla zenginleştirilmiş sanatsal bir anlayış tercih edilmiş. Bu dönemden itibaren bilezik halkalarında değişik malzemeler kullanılmaya başlanmış. Altın, gümüş, bronz ya da cam ve kuvars gibi çeşitli malzemelerin bilezik yapımına uygulanmasıyla, takı sanatındaki gelişime paralel olarak, bilezik üretiminde de yeni gelişmeler ortaya çıkmış. Bilezik halkaları kimi zaman burkulmuş ya da düz boru olarak, kimi zaman da şeritler halinde şekil bulmuş, antik çağ kuyumcularının parmaklarında.
Helenistik dönemde ele geçirilen topraklardan sağlanan yeni malzemeler (sedef, inci vb.), yeni konular ve yeni teknolojilerle takı yapımında önemli bir devrim gerçekleşmiş. Zenginleşen üst tabakanın ve ticaretle uğraşanların estetik açıdan kaliteli takılara yönelmesi, bu ürünleri sanat eseri olarak kabul etmeleri sonucunda, takılara olan ilgi artmış ve özenli ve ince işçilikli takılar yapılmış. Bu dönemin takı gereksinimini karşılamak için oluşturan en önemli kuyumculuk merkezleri, Anadolu'da Lampsakos (Lapseki), Antiokheia (Antakya) ve Mısır'da İskenderiye'dir. Bu dönemde kuyumculuk tam anlamıyla renkli bir hal almış. Zümrüt, yakut ve granat gibi taşlarla süslenen takılar; incilerle, sedeflerle düşsel bir görünüme bürünmüş. Takılarda kabartmalı mitolojik figürlerden, aslan, yı****, kuş, vb gibi hayvan motiflerine kadar her konu özgürce kullanılmış. Ayrıca ipek püskül görünümünü veren sarkaçlardaki zarif işçilik sayesinde takılar daha sanatsal ve daha popüler bir görünüme kavuşmuş. Bu dönemde üretilen bileziklerde, hayvan başı olarak yapı**** bilezik uçlarında çeşitlilikler görülür. Aslan başının yanı sıra, koç, dana, keçi, sfenks, boğa ve köpek başları da sıkça görülür. Ayrıca bileği ya da pazıyı birkaç defa saran, tamamı yı**** formunda yapılmış olan bilezikler ve pazıbentler de bu döneme ait takılardandır. Bileziklerin orta kısımlarına telkâri süslemelerle yapı**** ve günümüzün gemici düğümünü andıran "Herakles düğümü" motifi, bileziklerde ve kolyelerde sıkça karşımıza çıkar günümüz müzelerinde. Sabır ve özen gerektiren bu tip bileziklerin işçiliğini görünce, ister istemez tartışmasız bir hayranlık uyanıyor eski kuyumcu ustalarına, takı sanatçılarına... M.Ö. 3. yüzyılda bilezik yapımında ortaya çıkan bir diğer yenilik ise menteşeli ve kilitli bileziklerdir. Bu tip bileziklerde daha değerli taşlar ve daha çok altın kullanılır.
Romalılar da Herakles düğümü motifini severek kullanmaya devam etmiş. Bunun yanı sıra, yı**** figürlü bilezikler de eski dönemlerdeki kadar rağbet görmüşler. Cam ya da renkli boncuklardan yapılmış bileziklerle birlikte, değerli taşlarla süslenmiş bilezikler de bu dönemin önemli bilezik formları arasında yer almaktadır. Halkın kullandığı basit bilezikler arasında, düz altın levhalardan yapı**** bilezikler ve altın tellerle yapılmış sade bilezikler de sayılabilir. Bizanslılar'ın üretmiş oldukları bileziklerde daha basit halkalar kullanılmış. Bu halkaların bazıları mine işçiliği ile renklendirilmişse de Bizans bilezikleri Yunan ve Roma bileziklerinde görülen ihtişam ve renklilikten uzak, daha basit bileziklerdir.
Ait olduğu kültür ne olursa olsun antik çağlarda üretilmiş olan bilezikler günümüzde görenleri hayrete düşürüyor aradan geçen zamanı hiçe sayarcasına. Zamanında tanrıçaların ya da ölümlü kadınların narin bileklerini süsleyen zarif bilezikler, bugün hala kuyumcu ustalarının ya da tasarımcılarının vazgeçemedikleri takılar arasında yaşamlarını sürdürüyor.

BİR YILDIZ YAĞMURU,OPAL.

Bir adı “güneş gözü” (aynü’ş şems), bir adı “panzehir taşı”... O aslında renksiz ve birazı da su!.. Başka başka maddelerle karışıp sarıdan siyaha, yeşilden kırmızıya rengârenk oluyor opal ve bu yüzden kimine ateş opali, kimine ballı opal, süt opal, ağaç opal deniyor.

Sedef Kuzanlı
Saydam bir opali parmaklarınızın arasında ovaladığınızda, taşın etrafında bir yıldız yağmuruna tanık olursunuz. O, esasında renksiz ama renksiz haliyle pek nadir bulunan, eski devirlerin en değerli taşlarından biri... Romalılar için kıymeti zümrütten sonra geliyor, soyluluğu simgeliyordu; hatta çok değerli bir opale sahip olan Romalı senatörün bu taşı Kleopatra’ya hediye etmek isteyen Markus Antonius’a vermektense sürgüne gitmeyi yeğlediği hikâye ediliyor. Opalin sonraki yüzyıllarda da değerinden bir şey kaybettiği söylenemez: Fransız kraliyet tacı da Viyana kraliyet arması da opal taşıyla süslenmişlerdi.
Görünüşü bir tanıma göre “yağsı ve camsıdır”, bir başka tanıma göre “cam pırıltısında ya mum matlığında”... Ama daha şiirsel anlatımları da var: Yarı şeffaf ve şeffaf değerli opaller için “sütümsü veya inciyi andıran oynak renkli ışınlar yayar; birçok renklerin bu şekilde renk oyunlarıyla titreştiği görülür. Bu renkler taşa bakış yönüne göre değişiklik gösterir.” Öyle güzel yanar-döner parıltılar saçıyor ki, “gökkuşağı taşı” olarak da anılıyor opal...

SUYUN ÇOCUĞU OPAL
Meydan Larousse Ansiklopedisi, “bir koloittir; bileşiminde yüzde 3 ila 13 su bulunur” diyorsa da bir başka yayında “alelade opallerdeki su oranı yüzde 1 ile yüzde 21, değerli opallerdeki su oranı ise yüzde 5 ila 10 arasında değişir” deniyor. Her halukârda opal, suyun çocuğu... Nitekim “Kızılderililerde Burçlar” kitabında “Opal taşına volkanik bölgelerdeki oyuklarda ve bazı toprak katmanlarında rastlanabilir” dendikten sonra şöyle devam ediliyor: “Sıcak su kaynakları yakınlarında ve taşlaşmış bitki kökleri arasında da opal bulunabilir.” Opalin bazen belirgin bir nedeni olmadan çatlayıp suyunu dışarı vuracağı da yazılı bu bilgiler arasında...
Mustafa Arı; opalin “dolaşım halindeki sulardan yumrular, sarkıt kütleleri, damarcıklar ve kabuklanmalar halinde ya da başka biçimlerde çökelip hemen her tür kayaç içinde oluşabildiklerinden” bahsedip Afyon’un Barat ilçesinde bulunduğu keşfedilen beyaz, sarı, turuncu, siyah, kahve ve yeşil renklerdeki opalleri anlatıyor sonra makalesinde... Japonya, Hindistan, Yeni Zelanda ve ABD diğer opal bulunan ülkeler... Ama yeryüzünün en değerli opalleri bir iddiaya göre Macaristan’dan, bir başka iddiaya göre ise Avustralya’dan elde ediliyor.

OPAL KASABASI!..
1915 yılında opalin varlığı keşfedilen Coober Pedy kasabası “dünyanın opal başkenti” olarak adlandırılıyor, çünkü dünyada çıkarı**** opalin yüzde 70’inin kaynağı Avustralya’nın güneyindeki bu kasaba... Üstelik henüz sadece opalin bulunduğu alanın yüzde 10’u üzerinde çalışılmış!.. Binlerce kuyu açılmış bu kasabada ve opal bulmak için açı**** bu kuyular sonucu oluşan mağaralar artık yeraltı evlerine, hatta otellere dönüştürülüp turistlerin hizmetine sunulur olmuş!..
Kendine ait hiçbir rengi olmadığı, içine karışmış yabancı maddelerin rengini aldığı için pek çok rengi, pek çok adı var opalin... Örneğin, “Küçük düzenli ışıklar saçan opal türüne ‘kızıl iğne opali’” dendiği bilgisi, az önce adı geçen kitaptan... Macaristan ve Meksika’dan başka, Anadolu’da Simav’da da bulunan tür, içindeki demir oksit nedeniyle “ateş opal” adını alıyor ve gene Macaristan ve Meksika’dan çıkarı**** yarı saydam, oynak cilalı ve beyaz, sarı, kırmızı, mavi ve yeşil renkleri bulunan bir başka türe ise “asil opal” deniyor. Süt opal için verilen bilgi, kuru halde iken bulanık olduğu ve suyla teması halinde bir süre için cilalı göründüğü... Meksika’da bulunan ve “ballı opal” diye bilineni de var ama maden mühendislerinin “değerli taşlar” sınıflandırması bambaşka: Irize Opal, Kırmızı Opal, Siyah Opal, Ağaç Opal...
Tamamlayıcı tıp (Integratif tıp) alanında çalışmalar da yapan Dr. İnci Erkin, Eski Mısır, Güney Amerika, Tibet, Hindistan ve Çin’de değerli ve yarı değerli taşlarla tedavinin çok yaygın olduğundan bahisle opalin duygusal yaklaşımı güçlendirip eklem iltihaplarına iyi geldiği bilgisini veriyor.
Bilinen o ki, ortaçağda uğurlu sayılıp sonra bu özelliği unutulan opali üzerinde taşıyanın görünmez olacağına inanılırmış Kızılderililerce... Güneşin doğuşunun ve batışının, ateşin, yaprağın, toprağın ve gece karanlığının, ayın rengini taşıyan, dokundukça etrafına yıldız yağmurları saçan bu taş en eski zamanlardan bu yana kuyumculuğun malzemesi...

Prof. Dr. Sezai Kırıkoğlu
Opal: SİO2 ve sudan oluşmuş rengarenk palyaço
Opal ve elmasın sadece tek bir ortak yanları vardır. Her ikisi de ham maddelerinin en değerli türleridir. Elmas dünyanın en pahalı karbonudur. Silisyum dioksit bileşimli başka hiçbir mineral ise opalden daha değerli değildir. Opalin sadece kendisine özgü olan özelliği göz önüne alındığında ise bu iki süs taşı arasında hiç de büyük bir fark olmadığı anlaşılacaktır. Elmas için belirleyici olan beyazlıktır. Bir başka ifade ile renksiz olmasıdır. Bu özelliğe sahip kayıtlı, standartlaştırılmış, sınıflanmış, kalibre edilmiş ve dünyanın her yerinde benzer olan binlerce taş vardır. Dünya fiyatlarını belirleyen tek bir tüccar vardır. Elmas ülke sınırları tanımadan kendi dünyasını yöneten yegane yerküre imparatorluğunu kurmuştur. Bunu da sadece dört C’si ile yapmıştır. Color (renk), Clarity (şeffaflık), Cut (kesim) ve Carat (karat).
Opalin ise tam tersine hiçbir örneği bir diğeri ile karşılaştırılamaz. Elinize alıp incelediğiniz her bir opalin tüm diğerlerinden daha güzeldir. Bulundukları yerler, renkleri, gösterdikleri renk oyunları, ateşleri, şeffaflıkları, kesim türü ve şekilleri, renk motifleri ve pek çok başka kritere göre opaller birbirlerinden ayrılırlar. Klasik hiyerarşisi olmayan, ideal bir demokratik süs taşıdır opal. Her platformda kişiselliği vardır. Detaylarına kadar fantezi zenginidir. Dört C’si yoktur. Çoğulcudur. Cüzdanı küçük olanlar için bile göz alıcı parçalar vardır. Sorun opalin değerinin tam olarak nasıl belirleneceğindedir. Bu işte en büyük zorluğu çeken, karar verebilmek için akla karayı seçen ilk insan madencidir. Bulduğu parça için ne talep edecektir? Diğeri ise tüccardır. Ben bu taşı nasıl değerlendirsem diye düşünür. Üçüncüsü müşteridir. ‘Acaba ben bu taş için çok fazla mı ödedim?’ diye sorar kendi kendisine. Tüm bu soru ve tereddütlere rağmen opaller sürekli olarak alınıp satılmaktadır. Hem de tüm tarafların üzerinde mutabakat sağladığı çok belirgin fiyatlarla. Ayrıca renklerin kusursuzluğu, bunların yanı sıra opallerin deseni, kesim şekilleri, ağırlıkları, işlemleri değerlerinin belirlenmesindeki en önemli kriterlerdir.
Opal fiyatlarının belirlenmesinde işe çok dikkatli olarak başlanmalıdır. Adım adım ilerlenmelidir. Her adım için tecrübe gereklidir. Hem de çok fazla tecrübe sahibi olmak gereklidir. Ayrıca uzmanlık bilgisi de eksiksiz olmalıdır. Opal sevgisine yakalanan her kimse öncelikle opalin dilini öğrenmelidir. İkinci adımda çok fazla opal görüp, incelemeli, opal arayıcıları, madenciler, kesiciler ve tüccarlarla opal üzerine sohbetler yapılmalıdır. Daha bunu yaparken hemen bir sonraki bilmece de kendini göstermektedir. Opalin dili insan dile ile pek uyum sağlamamaktadır. Uzmanlar arasında bile kavram kargaşası yaşanmaktadır. Opali çok sevilen bir taş yapan fantezi zenginliği, aynı zamanda bir iletişim bozukluğuna da yol açmaktadır. Madenciler, kesicilerden, mineraloglar tüccarlardan, jeologlar da gemologlardan farklı dilde konuşmaktadır. Ve tüm bunlar da bölgesel olarak birbirlerinden farklıdır. Meksika’da Avustralya Queensland’dan Tokyo’da Almanya Kirschweiler’dan ve lightning Ridge’de Slovakya’dan farklı kavramlar geçerlidir. Ancak tüm bu kavram kargaşası bizim ümitsizliğe mi sevkedecektir? Tabii ki, hayır. Opaller çıkarıldıkları ülkeler, renkleri, renk oyunları, kesim şekilleri ve ağırlıklarına göre değerlendirilmektedir.

ANTİK ÇAĞDA KÜPENİN HİKAYESİ

Küpe, bugün olduğu gibi antik çağlarda da kadının güzelliğini pekiştiren, beğenilme çabasını tamamlayan bir takıymış. Güzelliğini takıların ışıltısıyla arttırmak isteyenler tarafından, kimi zaman kolye, yüzük ve bilezikle kullanılıp kusursuz bir ahengin parçası olmuş, kimi zaman da sade bir görünüm yaratmak için tek başına tercih edilmiş.

Anadolu bir çok konuda olduğu gibi takı ve maden işçili konusunda da Dünya kültür önemli gelişmelere sahne kara parçası. Önceleri altı gümüş ve bakır gibi madenleri başına işleyerek takılar yapan Anadolu insanı, zaman içinde değişik malzemeler kullanarak yeni kombinasyonlar yaratmış, takı yapımına Anadolu kültürünü ve zarafetini katmış. Anadolu’da ilk küpe örneklerine M.Ö. 3. binde rastlanıyor. Tunç Çağı’nda Anadolu’nun en önemli yerleşim merkezleri olan Truva, Eskiyapar ve Alacahöyük’te 20. yüzyılda yapı**** kazılarda bulunan altın küpeler aradan geçen binlerce yıla karşın hâlâ göz kamaştırıyor ve zamana meydan okuyor. Mezarlara ölü arma anı olarak konulan eşyalar arasında önemli bir yer tutan küpeler, o dönemde Anadolu’da yaşayan insanların gerek maden işlemeciliğindeki yetkinliğini, gerekse motiflerdeki zevkin inceliğini gözler önüne seriyor.
Anadolu’da hüküm süren Urartuların, Lidyalıların ve Friglerin maden eşya üretimi ve takı işçiliğinde ne denli ilerlemiş olduklarını bugün müzeleri süsleyen arkeolojik eserlerden anlayabiliyoruz. Bilinen ilk küpe örnekleri basit görünümlü halka ve spirallerden oluşuyor. Hellenistik Dönem’e dek altının tek metal olarak kullanılmasıyla elde edilen küpeler, bu dönemden sonra yeni fikirlerin ve farklı malzemelerin ortaya çıkmasıyla daha albenili ve renkli bir hal alıyor. Telkâri, granülasyon, mineleme ve kakma gibi tekniklerin yaygınlaşması ve zincir sistemlerinin gelişmesiyle formlar canlılık ve çeşitlilik kazanıyor. Bu gelişmelere ek olarak, insan ya da hayvan figürlerinin küpelere uygulanması da yine bu döneme ilişkin bir yenilik. Küpelerde en çok rastlanan hayvan figürleri, aslan ve boğa başları, bir de güvercin. Mitolojik bir yaratık olan sfenks motifi de antik çağ kuyum ustalarının küpe yapımında tercih ettikleri arasında. Küpeleri süsleyen tanrı ve tanrıça figürleri arasında en sık görülenler, aşk tanrısı Eros ve zafer tanrıçası Nike. Büyük İskender’in Doğu topraklarını ele geçirmesiyle Doğunun gelenekleri, sanatı ve teknolojisi Batı kültürüyle kaynaşmış ve Doğudan gelen yeni ve de erli taşlarla alışılagelmiş formları n dışında farklı ve gözalıcı takılar elde edilmiş.
Kuyum ustaları bu yeni kombinasyonlardan özellikle kolye ve küpe yapımında yararlanmış. Doğudan getirtilen de erli ve yarı de erli taşlar arasında; zümrüt, yakut, akuamarin, karneol, sard ve ametist sayılabilir. İnce işçilikli altın küpelere yerleştirilen bu taşların bazılarının geçirgenlik özelli inin olması, küpelerin ışık altında çok hoş görüntüler yaratmasına imkan tanımış. Birden fazla sarkacı olan küpelerin her sarkacına ayrı ayrı yerleştirilen bu renkli taşlar, gerek mitolojideki tanrıçaların ve efsanevi kraliçelerin, gerekse ölümlü kadınların kulaklarını süslemiş, boyunlarına ışık huzmesi olarak düşmüş. Sarkaç formu olarak kimi küpede disk, kimi küpede ise içi boş küreler kullanılmış. Roma Dönemi’nde, Hellenistik Dönem’de ulaşı**** modelçeşitlili inin ve estetik anlayışının ötesine geçilerek; yeşim, inci ve özellikle camın takılarda kullanılmasıyla görsel anlamda da yenilik yaratılmış. Renkli cam boncuklarla süslenmiş altın küpeler ve kolyeler bu dönemde yaşayan kadınlar için cazip takılar haline gelmiş. İnci taneli küpeler dönemin kuyum sanatçıları tarafından özenle yapılmış ve Romalı kadınlar tarafından da sevilerek kullanılmış.
Bizans Dönemi’nde yapı**** küpelerde çoğunlukla bitki motifleri ve hayvan figürleri görülüyor. Özellikle karşılıklı duran hayvanların arasına yerleştirilen bitki yada haç en sık rastlanan süslemeler. Bu küpelerin tasarımında en çok kullanı**** hayvan figürü ise tavus kuşu. Antik çağlarda küpe kullanımı kültürlere ve coğrafyaya göre de işiyor. Takıların çoğunlukla kadınlar için üretilmiş oldu u yadsınmaz bir gerçek olsa da antik çağlarda erkeklerin de takı kavramına hiç uzak olmadıklarını arkeolojik eserlerden anlayabiliyoruz. Özellikle Doğu geleneklerinde erkekler de kadınlar kadar süslenme imkanına sahipti. Yani erkekler de küpeli ve bilezikliydi.
Pers, Asur, Sümer gibi Doğu kültürlerinde tanrıların ve kralların oldu u kadar sıradan erkek vatandaşların da kulaklarında gösterişli ve zengin işçilikli küpelerin oldu unu zamanımıza ulaşabilen kabartmalarda ve heykellerde görebiliyoruz. Kadınların güzelliklerinin bir tamamlayıcısı olarak kullandı ı küpeler, erkeklerin kulaklarında süslenmenin ötesinde gücü simgeliyordu. Erkekler tarafından kullanıldığında çoğunlukla sosyal konum göstergesi ya da iktidar simgesi olarak kabul edilen yüzük ve küpeler; Mezopotamya, Mısır, Ege, Yunan, Roma ve Bizans kültürlerinde sıkça görülüyor. Hitit ve Frig gibi yerel Anadolu kültürlerinde de erkeklerin küpe taktıklarını, kabartmalardan ve mezarlardaki duvar resimlerinden biliyoruz. fiimdilerde müzeleri süsleyen küpeler, Antik çağlarda yaşamış olan kuyum ustalarının elemeği, göz nurunun bugüne ulaşmış örnekleri. Kimi, soylu kraliçelerin ya da mitoloji kahramanı tanrıçaların güzelliklerine güzellik katmış, kimi de yalın bir köy kadınının hayallerini süslemiş. Bir daha asla bir insan kulağına takılamayacak, bir insanı süsleyemeyecek olan bu antik takılar, şimdi bir vitrinin ardında, kendisinden yola çıkarak yepyeni takılar tasarlayacak tasarımcıları bekliyor. Belki yeniden doğacaklar o zaman...

ANTİKÇAĞDA YÜZÜK ve YÜZÜK TAŞLARI

Yüzük, kişinin toplumdaki konumunun ve görevinin ispatı olup sadece o kişi tarafından taşınabilir ve kişisel ya da resmi mühür olarak kullanılırdı.
Her çağda ilgi çeken yüzük, kâh göz alıcı bir ışıltı olmuş ince narin parmaklarında kadının, kâh gücün, iktidarın ürpertici bir işareti olmuş zamanın en acımasız komutanlarıyla... Binlerce yıl geçmiş aradan, kadın erkek gözetmeksizin rengârenk bir aksesuar olmuş parmaklarda. Kimi zaman özgürlüğü ifade eden bir motifle çıkmış karşımıza, kimi zamansa sonsuza dek sürecek aşkların bağlılık yemini olarak...

Yüzükler, ilk zamanlarda bir güç göstergesi olarak kullanılmışsa da, değişen zamanla birlikte farklı anlamlara ve kullanım şekillerine sahip olmuş. Özellikle Roma Çağı’nda evlilik ve bağlılığın simgesi haline gelen yüzükler, sonradan süs eşyası olarak rağbet görmüş. Altının kuyumculukta yaygın olarak kullanılmasından önce demir ve bronzdan üretilen yüzükler, bazen sadece madenden yapılırken, bazen de başka malzemelerle birlikte kullanılarak görsel açıdan gösterişli hale getirilmişler ustaların hünerli ellerinde.

Eski çağlarda sadece krallar ve resmi görevliler gibi ayrıcalıklı insanların kullanabildiği yüzükler, gücün ve otoritenin bir göstergesi olarak kabul görmekteydi. Roma Devri’ne dek çok pahalı olan ve sadece toplumun üst tabakasının sahip olabildiği yüzük taşları bu devirden sonra ucuzlamış ve imparatorluğun yayılmasıyla, ele geçirilen yeni topraklardan yüzükleri süsleyecek taşlar getirtilmiş. Gelişen ekonomik şartlar ve yükselen refah seviyesi doğrultusunda artan mücevher kullanımıyla, her kesimden insan değişik kalite ve modeldeki taşlardan yapı**** takıları, özellikle de yüzükleri hem süs, hem de mühür olarak kullanmaya başlamış.Yüzük, kişinin toplumdaki konumunun ve görevinin ispatı olup sadece o kişi tarafından taşınabilir ve kişisel ya da resmi mühür olarak kullanılırdı. Kişisel mülkiyetin yanı sıra, resmi yetkileri ve izinleri göstermesi, yüzükleri ve yüzük taşlarını halk arasında çok popüler bir hale getirmiş. Balmumu ya da kil üzerine bastırılarak mülkiyet göstergesi veya güvence belgesi anlamına gelen yüzük taşları, özel ve resmi mektuplarda, belgelerde, para torbası ve çuval gibi nesnelerin mühürlenmesinde kullanılarak, mühürlenen eşyanın güvenliğini sağlamış. Yüzük taşlarıyla mühürlenmiş olan ve bugün müzelerimizi süsleyen rulolar, papirüsler ve kil tabletler yüzük taşlarıyla mühür basmanın ne kadar yaygın olarak kullanıldığını kanıtıdır.Bu amacın dışında kem gözlerden ve kötü olaylardan koruyucu muska olarak kullanı**** yüzük taşlarından başka, şifa getiren yüzük taşlarının da var olduğuna inanılırmış eski çağlarda.
İlk örnekleri basit halkalardan oluşan yüzükler, sabırlı ve özenli çalışmalar sonunda taş ve benzeri malzemelerle işlenmiş ve birbirinden zevkli takılar haline getirilmiş. Sade halka yüzüklerin yanı sıra, üst tarafı daha farklı genişletilen ya da süslenen yüzükler de üretilmiş antik çağ ustaları tarafından. Bu üste gelen ve genellikle taşla süslenerek ya da metalin farklı uygulanmasıyla dikkat çekici hale getirilen kısma yüzük kaşı denir. Yüzük kaşında kabartma, oyma, burgu, damga ya da motiflerden oluşan süslemeler de görülür. Ancak yüzük kaşının asıl işlevi, yüzük taşının (gem) içine yerleştirileceği montürü taşımaktır.
Antik çağlarda özellikle takılara hem estetik görüntü kazandırmak, hem de işlevsellik katmak için yerleştirilen, işlenmiş değerli ya da yarı değerli taş parçasına “Gem” denir. İnce kazıyıcı aletlerle işlenen bu taşlar, özellikle yüzüklere farklı bir görünüm sağlıyordu. Oyma (intaglio) ve kazıma (cameo) teknikleriyle süslenen bu taşlar, antik çağ sanatçıları tarafından kâh bir yüzüğün montüründe, kâh bir kolyenin ucunda sergilemişler ışıltılarını asırlara meydan okurcasına.
Altın ve yüzük taşı ustalarının yetenekli parmakları arasında bambaşka bir hal alan gösterişli taşlı yüzükler, hem taş çeşitleri, hem de taşlara işlenen resimlerle göz kamaştırıcı sanat eserleri olarak karşımıza çıkıyor aradan geçen asırlara karşın. Yüzüklerde en çok kullanı**** malzemeler arasında amber, beril, inci, kuvars, oniks, yeşim, turkuaz, akik, sardoniks, sard, granat, kaya kristali, kalsedon, lapis lazuli, hematit, cam ve ametist sayılabilir. Taşların renklerinden başka, elbette işlenmeye uygun olup olmaması da önemliydi yüzük taşı oymacılığında. Örneğin sardoniks, içindeki farklı renk katmanlarıyla özellikle kabartma işlerinde tercih edilen bir taştır. Bu taşla çalışılırken, taşa işlenen konu renklerin yardımıyla fondan kolayca ayrılırdı. Kolay işlenmesi bakımından Sard, antik çağ mühür sanatında en çok tercih edilen taşlardan biriydi. Yüzük taşı olarak yüzükleri süsleyen en renkli ve en ucuz malzeme kuşkusuz camdır. Cam yüzük taşları, hem rengârenk ışık oyunları yaratan yapısı gereği, hem de her yerde kolaylıkla bulunabilme özelliği nedeniyle çok rağbet görmüş yüzük yapımcıları arasında. Yüzüklerde cam kullanımının bir başka sebebi de, değerli taşların taklit edilmesinde kullanılabilmesi.
Yüzüklerde kullanı**** değerli taşların seçiminde batıl inançlar da yadsınmayacak derecede önemlidir. Antik çağlarda kimi taşların sakinleştirici, koruyucu, iyileştirici ve hatta büyüsel etkileri olduğuna inanılıyordu. Misile, ametistten yapılmış yüzüklerin ve diğer takıların, içkinin sarhoş edici etkisini azaltacağına inanılması nedeniyle içkili ortamlarda ametistli takıların tercih edilirdi. Taşların büyü amacıyla kullanılmasına özellikle Roma Devri’nde rastlanır. Bu dönemde hematit ve akik, büyü ve tılsımla ilgili takılarda sıkça kullanılmış meraklıları tarafından.
Yüzüklerin görüntüsünü zenginleştiren ve daha da göz alıcı bir hale getiren bu rengârenk yüzük taşlarının üzerine yapı**** süslemeler de ilgi çekicidir. Konular arasında günlük yaşamdan, dini inançlara ya da resmi motiflere dek pek çok kabartma ve kazımaya rastlamak mümkündür. Yüzük sahipleri sevdikleri kişilerin, hayvanların ya da kendilerini koruduğuna inandıkları tanrıların betimlerini yüzük taşlarında görmek istemişler. Kimi her şeyden üstün tuttuğu Zeus’un kabartmasının olduğu bir yüzüğü takarken, kimi de çok sevdiği babasının, atasının portresini kazıtmış yüzüğünün üzerine. Bu taşlar üzerinde bazen tanrıların, kahramanların, savaşçıların ya da imparatorların resimlerine, bazen de mitolojik konulu figürlere, hayvan betimlerine ya da kişisel portre ve sembollere yer verilmiş. Yüzük taşlarında görülen tanrı figürleri arasında Eros, Afrodit, Hermes, Athena ve Dionisos ilk akla gelenlerdir. Mitolojideki tanrılar, yüzüğü takan kişinin işine ya da statüsüne uygun olarak yüzük taşlarına kazınmıştır yüzük taşı oymacıları tarafından. Yüzük taşlarında görülen bir diğer konu da portrelerdir. Hellenistik Çağ ile başlayan bu moda, özellikle Roma İmparatorluğu zamanında doruk noktasına ulaşmış.
Bunlardan başka kuğu, aslan, kuş, kartal, koç ve geyik gibi hayvan figürleri de yüzük taşlarına yansıyan ve beğeni ile kullanı**** figürlerdendi. Herkül’ün sopası ve postu, tiyatro maskları, karışık mitolojik yaratıklar ve efsanelerden alınmış sahneler de yüzük taşlarına özellik katan konulardandır. Ayrıca o dönemde, nazardan koruduğuna inanı**** ve nazar boncuğu gibi kullanı**** Medusa başı da yüzük taşlarının koruyucu özelliğine iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Bizans Dönemi’ne gelindiğinde artık maddi zorlukların ve imkansızlıkların pençesinde gerileyen yüzük taşı oymacılığında, dini konular tercih edilirken; motiflerde haç ve monogramlara yer verilmiştir.
Yüzükleri süsleyen rengârenk taşların arasından günümüze ulaşan bu resimlerin gizli anlamlarını, büyüsel özelliklerini ya da hangi dertlere derman olduklarını tam olarak bilemiyoruz. Buna karşın bildiğimiz; şekli, rengi ve modeli ne olursa olsun antik yüzükler ışıltılarıyla, müzelerin ve sanat galerilerinin en özel vitrinlerinde ilham veriyor günümüz tasarımcılarına.

TAKI DEMEK TASARIM DEMEK

Türk kuyumculuk sektörünün, ihracatta gösterdiği başarıyı kalıcılaştırması için teknoloji kadar tasarıma da ağırlık vermesi gerekiyor. Takı yaratmayı "dipsiz bir kuyu" olarak niteleyen Urart’ın Tasarım Şefi Filiz Vural’la takıda kültürel öğelerle biçimlenen modern ve özgün tasarımın yerini konuştuk...
Son on yılda Türk kuyumculuk sektörü çok önemli bir aşama kaydetti. Bu ilerlemede özellikle teknolojik gelişmenin ve buna bağlı olarak artan kalitenin büyük bir payı var. Bir başka öğe de tasarım. Mücevherde tasarımın yerini değerlendirir misiniz?
Filiz Vural: Takıda tasarım her şeydir. Mücevher demek tasarım demektir. İnsanlar sizin yaptığınız tasarıma inanmak durumunda. Bugün biri, sizden bir mücevher alır. Yarın eşi dostu "Bu ne böyle!" dediği zaman siz tasarımdaki yerinizi kaybedersiniz. İnsanların, tüketicilerin sizin tasarımınıza güvenmesi lazım. Herkes çıkıp, bu güveni sözle beyan etmez tabii ki, ama taktığı tasarımla o güveni yaşaması lazım. Aynı zamanda tasarımın takan kişinin de kişiliğini yansıtabilmesi lazım.
Tasarım önce araştırmadan başlar. Örneğin biz uzun yıllar Arkeoloji Müzesi’yle birlikte çalıştık, hala da çalışıyoruz. Anadolu uygarlıkları söz konusu olduğunda uzun bir periyot da olabilir, tek bir uygarlık dönemi de olabilir ama hangi dönemi işliyorsanız, bir kere o dönemi iyi bileceksiniz ki, iyi yorumlayabilesiniz. Hata yaptığınız anda, örneğin bir Pers deseniyle bir Bizans desenini birbirine karıştırdığınız anda, orada bir tasarım hatası var demektir. Bunu doğru yorumlayacaksınız. Doğru taş seçeceksiniz. Ben bunu da buraya koyayım, şunu da şuraya koyayım diyemezsiniz.Yok öyle bir şey! Tasarımınız ne kadar doğru olursa olsun, parçayı yanlış bitirirseniz yine tasarımınızı doğru ifade edemezsiniz. Üzerine en son koyduğunuz bir doku, bir işleme, bir parlatma detayı bile o tasarımın ifadesinde etkilidir. O bakımdan tasarım işin her şeyi demektir.
Bir de Türkiye’de şu fena halde gelişti. Jewcat dediğimiz bazı üç boyutlu programlar çıktı. Bunlar çok fazla düşüncesi olmayan veya el becerisi olmayan insanların bile bu yetersizliklerini saklayan, göstermemesini sağlayan programlar. Kötünün elinde iyice kötüleşiyor. İyi tasarım yapan birinin elinde de çok iyi olanaklar sunuyor. Ama bizim meslekte sapla samanın birbirine karışmasına sebep oluyor. Bir de tabii yapılmış bir tasarımın üzerinden onun orasını kaldır, bunun burasını ekle gibi tasarımlar da ortaya çıkıyor. Ben zaten bu tasarımları konuşmuyorum ve dikkate de almıyorum.
Siz hep özgün tasarımlarınızla var oldunuz. Aslında kültürel öğelerin ağır bastığı ürünler yaratmak son yılların eğilimi. Ancak Urart 1972 yılından bu yana Anadolu’da hüküm süren uygarlıklardan esinlenerek oluşturduğu özgün mücevherleriyle ön plana çıktı.
Tabii bu da bir tehlike yaratıyor. Çünkü zaman zaman insanların ilgisi azalıyor.
Bu üslup seçimi nasıl gerçekleşti? Seçiminizin nedeni nedeni neydi?
Onu Urart’ın ilk kurucularından Özer Kabaş yarattı. Çok saygıdeğer bir insandı; kendisi Yale Üniversitesi tasarım bölümü mezunuydu, Akademi’de hocaydı. Hem modern takının Türkiye’ye gelmesi, hem Anadolu medeniyetlerinden yorumlarla takı yaratılması fikrini ilk kez o ortaya atmıştı. Ama 1985’te ben tasarım bölümü şefi olana kadar - Özer Bey ben gelmeden bir sene önce ayrılmıştı- derinlemesine bir araştırma yoktu. Tasarımlar tek tek yapılıyordu. Örneğin tasarımcı arkadaşlar tek bir motifi beğeniyorlardı, ona kendi yorumlarını katıyorlardı, bir takım şeyler geliştiriyorlar ve modellerini ortaya çıkarıyorlardı. Tanıtım açısından böyle bir tek tasarım sunmak çok etkili olmuyordu. Sonra koleksiyonlar halinde bunu sunmanın daha doğru olacağını düşündük. 1987’de ilk sergimizi böyle açtık. O çalışma, Anadolu Selçuklu medeniyetiyle ilgiliydi ve özellikle taş işçiliği yorumlarıydı. Koleksiyonlar birbirini izledi; daha sistemli çalışmalarımız oldu. Koleksiyonlar halinde çalışmak hem tasarımcılarınızı geliştiriyor, hem sunumunuzu daha etkili hale getiriyor, hem de alan kişileri daha çok bilgilendiriyor. Ve insanlar bilgilendikçe daha çok haz alıyorlar.
Tasarımlarınızı her zaman danışmanlar eşliğinde mi yaratıyorsunuz?
Evet. Çünkü istediğiniz kadar kitaplardan okuyun, dönemin genel bir vizyonunu yakalamak o kadar kolay değil. Oysa müzeden bizimle birlikte çalışan danışmanların işi bu. Çalıştığımız kişi klasik dönem arkeoloji uzmanıysa bile diğer periyotlar hakkında da bir fikri var ve bize bir vizyon yaratabiliyor, diğerleriyle kıyaslayabiliyor. Bir anda hepsini öğrenip, bir şey ortaya çıkarmamıza imkan yok. Önemli olan noktaları söylüyor ve kitaplarda olmayan detayları öğretiyor bize. Hata yapmamızı da engelliyorlar. Takıların isimlerini de nereden alındığını anımsatacak biçimde koyuyoruz. Ya yöresini ya kralın kraliçenin bir özelliğini veriyoruz. Bu isimlendirmede de onlar çok yardımcı oluyorlar.
Kuyumculuk sektöründe özgünlük yaratmak, kültürel öğelerden yararlanmak, yurtdışındaki çalışmaları, ihracatı nasıl etkiliyor?
Şimdi bunun değişik etkileri var. Bizim ilk Cenevre’deki mağazamız varken, hiç bunların altı çizilmiyordu. 1980’lerde sadece herhangi bir obje muamelesiyle satılıyordu. Ben o dönemi görmedim. İtalya’da değişik mağazalara ürün veriyorduk. Orada da o kadar olayın altı çizilmiyordu. Bizim Amerika’da Dallas’ta, Tiffany’nin yanında çok iddialı, 180 metrekare bir mağazamız açıldı. Dallas’ta çok kötü yaklaştılar bizim figürlü takılarımıza . Orada bu seçim çok yanlıştı; yanlışlığı zaman içinde çıktı ortaya. Meğer Dallas Amerika’nın en kültürsüz yeriymiş. Orada bir hata yaptık ama kötü bir hata değildi bu. Bir daha hata yapmayız herhalde. Ama mesela Nemrut koleksiyonunu Almanya’da altı ay boyunca sergiledik ve bütün Anadolu medeniyetlerinden esinlendiğimiz eserlerimizi sattık orada. Bu, Expo’da Turizm Bakanlığı’nın organize ettiği bir çalışmaydı. Almanlar ve diğer Avrupa ülkelerinden gelen insanlar, takıların kökeniyle çok ilgiliydiler. Nereden alındı, nereden yorumlandı? Adı nedir? Varsa mutlaka resmini istiyorlardı. Turizm kitaplarından bulunduğu yeri görmek istiyorlardı. Çok yakından ilgileniyorlardı ve hatta seçtikleri parçalar açısından da klasmanlar oluşmaya başlamıştı. Ama tabii Expo’ya gelip gezen insanlar zaten belli bir kültür düzeyinin üstüne çıkmış insanlar oluyor.
Biz bu tür kültür ihracatında bunun çok önemli olduğuna ve çok iyi olacağına inanıyoruz. Ama öbür türlü toptan takı ihracatında nasıl bir sonuç verir böyle tasarımlar bilmiyorum. Bu daha çok seri üretim yapan firmaların bileceği bir iş. Ama marka olmadığınız zaman, bu tür kültürel öğeleri de dünyaya o kadar rahat kabul ettiremiyorsunuz. Etnik takılar üretip Vicenza Fuarı’na gittiğiniz zaman alıcıların ilgileneceğini zannetmiyorum. Oraya konulan ürünlerin belli bir stilizasyon çerçevesinde, insanların kolay kabul edebilecekleri bir soyutlama noktasında olması lazım. İnsanları zorlayacak etnik görünümler kabul görmüyor. Bir tane alır da espri olsun diye, ama ciddi anlamda mücevhere yatırım yapmak istediği zaman mücevherinin daha evrensel ve daha klasik bir çizgi içinde olmasını ister. Etnik bir şeye büyük paralar harcamaz. Ya da ancak antika değeri olursa harcar. Aynı şey yerel takılar için de geçerli. Midyat’tan gelmiş telkari ürününe gidip Vicenza Fuarı’nda alıcı bulamazsınız. Kimse yüzünüze bakmaz. Dünyanın kabul edebileceği çizgilere, trendlere uygun tasarımların olması lazım ki ihracatta söz sahibi olabilesiniz. Ama siz bilirsiniz ki ben bu tasarımı şöyle bir eserden yola çıktım şöyle bir soyutlama yaptım ve bambaşka, evrensel çizgide bir şey olarak satıyorum. O zaman ihracat şansınız olabilir.
Ancak ülkelerin özellikle takı söz konusu olduğunda kültürel birikimlerinden kaynaklanan stilleri var. Hem teknik anlamda hem de tasarım anlamında. Örneğin İtalya’nın takıda böyle bir stili var. Bu noktada bir Türk mücevher stilinden söz etmek mümkün mü?
Bundan söz etmek mümkün değil. Yurtdışındaki fuarlarda ben bizim mücevhercilerimizin açtığı bölümlere de gidip bakıyorum. Onlar kendilerini İtalya’nın bir alt çizgisine uyarlamış vaziyetteler. Yani o Avrupalı ya da Amerikalı alıcıların talep edeceği İtalyan modellerini uyarlamışlar çizgilerinde. Bunu sağlıklı bulmuyorum. Ama kim direnecek buna? Hangi ekonomik şartlarda direneceksiniz? Risk almak ekonomik güçle orantılı bir şey. Gittiniz yeni bir koleksiyon yaptınız, satmamayı göze alabilir misiniz? Risk almadan en kabul edilebilir modelleri koymak durumundasınız. Hatta fuarlarda Uzakdoğu ülkeleriyle rekabet edeceksiniz, dolayısıyla modelleri de daha ucuza koymak durumundasınız.
Bir kere Altın Konseyi’nin takı yarışması jürisinde bulunmuştum. Oraya özgün takılar geliyor; ama Türk mücevheri diyebileceğiniz çizgide bir tasarım oraya da gelmedi. Bir tane geldi; onu da zaten seçtik. Gençlerin de pek öyle derdi yok. Anadolu geleneğini stilize edeyim de oradan modern takılar üreteyim gibi bir derdi yok. Geçen yıl bir tasarım sempozyumu izledim. Atina Üniversitesi Takı Bölümü’nden bir profesör hanım geldi; o okulda nasıl bir takı eğitimi verdiklerini anlattı. Onlar Yunan takı tarihi ve stilizasyonu üzerine ciddi bir eğitim yapıyorlar. İşte o zaman oradan Lalanouis gibi bir adam çıkıyor, dünya markası oluyor. Bir bakış açısı yaratıyorlar, sahip çıkma doğuyor.
Bu tarz bir yaklaşım uzun vadede başarı getirir mi? Yurtdışında kalıcı olmayı, markalaşmayı sağlar mı?
Türk kuyumcuları fason üretici olarak başarılı olacaklar. Türkiye ihracat yapıyor, nicelik olarak hep yükseliyor ama nitelik olarak yükseldiğini söylemek mümkün değil. Marka olarak ihracat yapabilecek konumda değil, böyle marka olmak mümkün değil. Eğer tasarım yapmıyorsanız, marka olamazsınız. Marka olmanın, kalıcı olmanın başka etkenleri de var ama öncelikle tasarım yapmak zorundasınız. Sonra birçok şey gerekiyor. Avrupa dergilerine reklam vermek; mağazalar açmak. Bir kere marka olmanın altında güvenilir olmak yatar. Alıcıların size her an ulaşabilir olması gerekir. Örneğin geldi bir alıcı, fuarda sizden mal aldı ve kendi mağazasında bunları sattı. O ürünle ilgili müşterisinin bir problemi var. Eğer müşterisine, "Böyle bir değişiklik yaparlar mı yapmazlar mı bilmiyorum" dediğinde, örneğin siz marka olamazsınız. Marka olmak demek, müşteri güvenilirliğini sağlayabilmek demek. Bir de müşteriler, nihai tüketiciler kendi taktıkları bir şeyi görmek isterler. Reklamıyla, başkalarının üstünde, mağazalarıyla görmek ister; hatta daha pahalısını görmek ister. Marka olmak uzun iş.
Sanırım uygulanan tekniklerde de Türkiye’ye özgü geleneksel tekniklere yönelik çalışmalar yapılmıyor.
Okullarda savattı, kakmacılıktı, bunların eğitimi verilmiyor. Verilmeyince öğrenciler de nereden öğrenecek?
Bir tasarımcının kendi kendine tasarım yapabiliyor olması, model yapması, en az üç dört senesini alıyor. Çünkü takıda her an yeni bir şey öğrenirsiniz. O nedenle eğitim yok. Sadece sanatsal anlamda bakırın üzerinde estetik bir kompozisyon yaratarak bir pentant haline getirmeyi öğretmek, takı yapmayı öğretmek değil bence.
Bütün bu çerçeveden bakıldığında sizce Türkiye’nin daha iyi bir noktaya gelmesi için neler yapılmalı?
Tasarım yapmayı ve özgün bir çizgi yaratmayı ben her zaman savunurum. Ama bunun yüklediği bedeller çok ağır oluyor. Biz bir koleksiyonu iki seneden önce çıkaramıyoruz ve 5-6 tasarımcı çalışıyor burada. Desteklenmesi, ayakta kalması çok zor bir iş. Tasarımı, dünya çizgisinde bir tasarım anlayışını savunmak, çok emek ve çok uzun zaman isteyen bir şey. Okul eğitiminden başlıyor. Ben kötümserim galiba, ama böyle düşünüyorum.

Taki tasarimi

Özellikle son on yıllık süreçte, dünyada dalgalanmalı bir seyir izleyen değerli metal piyasasında Türkiye, yaşanan ekonomik krizlere ve doğal afetlere rağmen küresel sıralamada daha üst sıralara çıkmayı başardı. Kuyumculuk sektörünün dünya piyasalarındaki hareketlere göre analizi, gelecek için önemli bir çerçeve sunuyor...*
Recep Demir
Dış Ticaret Uzmanı
Dış Ticaret Müsteşarlığı
Ekonomik Araştırmalar ve Değerlendirmeler Genel Müdürlüğü
Son on yılda Türkiye’de değerli metallerden üretilen takı ihracatında meydana gelen dikkate değer artış, bu sektörde ülkemizi dünyanın önde gelen ülkeleri arasına soktu. Sektörün ülke ve dünya ekonomisi içindeki yerini ve geleceğe yönelik projeksiyonunu tam olarak algılayabilmek için öncelikle uluslararası piyasalardaki gelişmelerin analiz edilmesi ve daha sonra ve Türkiye’nin bu çerçevedeki durumunun incelenmesi gerekiyor.
Bu çalışma, sektörün geçmişi çok eskiye dayanmakla birlikte, böyle bir süreç analizi çok ayrıntılı ve uzun bir araştırmanın konusu olacağı için tarihsel boyutta bir değerlendirmeyi içermiyor. Bu nedenle çalışma kapsamında sektörde genel olarak 1994-95 yılları ile 2002 yılları arasındaki süreç değerlendirildi; 2003 yılı içinde bu sektörde faaliyet gösteren saygın araştırma kurumlarının yaptığı projeksiyonlara yer verildi. Dünyada yaşanan süreç global olarak 1994 yıllarına atıfta bulunularak değerlendirilirken arz/talep ve fiyat analizleri daha çok 2001-2002 yılları için yapıldı.
DEĞERLİ METALLER PİYASASI VE FİYATLAR
Son on yılda altın ve gümüş ithalatı dalgalanmalı bir seyir izledi. 1990 yılında ortalama 384 ABD Doları/ons seviyesindeki altın fiyatları, hızlı bir inişle 1999’da ortalama 289 dolara düştü. Bu seviye, fiyatların yükselmeye başladığı 1978 yılından (193 dolar/ons) bu yana görülen en düşük seviyedir.
Fiyat analistlerinin 1998 için 290-296 dolar seviyesinde yaptıkları tahminler 294 olarak gerçekleştı. Aynı analistlerin 1999 yılı tahminleri 252-326 dolar ve 2000 için 263-320 dolar seviyelerindeydi. 2002 yılında spot piyasada altın fiyatlarının hareketi ise şöyle özetlenebilir:
Ocak-Mart ayları arasında Japonya’da kuvvetli perakende talebi olması ve Enron’un Şubat ayında düşüşe geçmesiyle yatırımcıların altına yönelmesi ve İngilteredeki açık artırma nedeniyle altın fiyatları 285 dolar/ons seviyesinden yaklaşık 300 dolar/ons seviyesine kadar yükseldi. Mart ayında İngiltere’de yapı**** son açık artırmada altının fiyatı 296.5 dolar/ons olarak belirlendi.
Mart-Haziran ayları arasında doların değer kaybetmesinin yanında Irak krizinin tırmanması ve Hindistan ile Pakistan arasındaki gerilimin artması, fiyatların tırmanmasını sağladı. Haziran’da fiyatlar yaklaşık 321 dolar/ons olarak gerçekleşti.
Haziran-Kasım arasında fiyatlar 310-320 dolar/ons aralığında seyretti ve Kasım’da Cumhuriyetçiler’in ara seçimleri kazanması, ABD’nin yeni ekonomik grubu kurması ve adım adım savaşa gidiliyor olması, altına olan talebi artırarak fiyatların 325 dolara kadar yükselmesine neden oldu.
ALTIN ÜRETİM VE TÜKETİM AĞIRLIKLI FİYAT İNDEKSLERİ
1994’ten beri üretim yanlı altın fiyatları, dolardan ve tüketim yanlı altın fiyatlarından daha az düşüyor. 1994-2002 yılları arasında dolar reel olarak yüzde 33, tüketim ağırlıklı altının reel fiyatı yüzde 28 oranlarında azalırken, üretim ağırlıklı reel altın fiyatları yüzde 12 oranında azaldı.
Temel altın üreticisi ülkelerin reel efektif döviz kurlarının zayıf olması, 1995-2001 yılları arasında global altın üretiminin reel efektif döviz kurları kuvvetli olan ülkelere göre daha fazla oldu.
Üretim ağırlıklı indeks oluşturulurken, altın üretiminin yüzde 75’ini oluşturan ilk 10 ülke alındı. Önce, tek tek ülkelerin altın fiyatları, tüketici fiyat indeksleri (TÜFE) ile deflate edildi; sonra da ülkelerin üretimdeki payları ile ağırlıklandırıldı. 2001 yılı için toplam altın üretiminin yüzde 75’ini oluşturan ülkeler ve payları şöyledir: Güney Afrika yüzde 20, ABD yüzde 17, Avustralya yüzde 14, Endonezya ve Çin yüzde 9, Rusya ve Kanada yüzde 8, Peru yüzde 4 ve Özbekistan ve Gana yüzde 4.
Tüketim ağırlıklı indeks oluşturulurken ise 2001 yılında toplam mücevherat tüketiminin yüzde 75’ini oluşturan 19 ülke alındı. Hindistan’ın ağırlığı yüzde 26, ABD’nin yüzde 16, Çin’in yüzde 8, Suudi Arabistan’ın yüzde 7, Mısır’ın yüzde 5, Birleşik Arap Emirlikleri, İtalya, Endonezya ve Türkiye’nin yüzde 4, İngiltere ve Güney Kore’nin yüzde 3, Tayland, İspanya, Fransa, Japonya, Rusya, Pakistan, Meksika ve İran’ın yüzde 2’dir.
Bu indekslerin yanında bir de dolar cinsinden fiyat indeksi vardır. 1994-1997 yılları arasında bu üç fiyat indeksi de üretici ve tüketici ülkelerin enflasyon ve döviz kurlarının ABD ile makul bir düzeyde seyrettiği anlamına gelen benzer bir trend izledi. Ancak, 1998 yılından itibaren üretim bazlı indeks, üretici ülkelerde reel efektif döviz kurunun zayıfladığını gösteren bir trend ile diğer iki indeksten daha hızlı artış gösterdi. 2000 yılının başından itibaren de tüketim ağırlıklı indeks artmaya başladı. Bu doların reel olarak güçlendiği anlamına geliyordu.
Ocak 2001 tarihinden itibaren üretim ağırlıklı indeks yüzde 19 artarken, tüketim ağırlıklı ve dolar cinsinden indeksler sırasıyla yüzde 16 ve yüzde 15 oranlarında arttı. Bu artış, Endonezya Rupisi’nin yüzde 5 ve Avusturalya dolarının yüzde 13 reel olarak değer kaybetmesine karşın, Güney Afrika Rand’ının Ocak 2001 ile Haziran 2002 tarihlari arasında reel olarak yüzde 45 oranında artışından kaynaklandı.
Aynı dönemde tüketim ağırlıklı indeksteki artışın ardında ise Japon yeni, Türkiye ve Mısır’daki fiyatların dolar karşısında reel olarak artması yatıyordu.
Ancak, 2002 yılında durum tersine bir seyir izledi. Ocak-Haziran 2002 döneminde dolar ve tüketim bazlı indekslerin sırasıyla yüzde 12 ve yüzde 10 artmasına rağmen, üretim bazlı indeks ancak yüzde 2 oranında artabildi. Bu gelişme, doların finansal piyasalarda zayıflayarak bu dönemde yüzde 8 reel değer kaybetmesi nedeniyle oldu. Bunun yanında randın ve rupinin dolar karşısında sırasıyla yüzde12 ve yüzde 16 reel olarak değer kazanmaları bu gelişmeyi destekledi.
Cevher üretiminde 1994 yılından beri ilk olarak yüzde 1,4 oranında meydana gelen düşüş, esas olarak Endonezya’daki düşük ayarlı üretimden ve ABD’de üretilen düşük ayarlı ve üretim güçlüğü olan büyük Nevada madenlerinden ve Avustralya’daki maden kapatmalardan kaynaklanıyor. Bu gelişmelerin aksine 2002 yılında Rusya, Peru, Mali, Çin ve Tanzanya’da üretim arttı. Ortalama maliyet artışı 4 dolara ulaştı ve ortalama toplam maliyet 2002 yılında 235 dolar/ons oldu.
2001 yılına göre imalatta en çok azalma yaklaşık 140 ton ile Hindistan’da görülürken, yaklaşık 90 ton ile Avrupa ikinci, 47 ton ile Orta Doğu üçüncü, 40 ton ile Doğu Asya dördüncü ve 10 ton ile Latin Amerika ve Çin beşinci gelmekte. Kuzey Amerika’da yaklaşık 2 ton imalat artışı gerçekleşti.
Üretimde yüzde 10 (yaklaşık 347 ton) oranındaki azalmanın altında yatan en önemli neden, dünya hasılasının (World GDP) çok az artmasıdır. İkinci önemli neden ise Hindistan, Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde fiyatlar seviyelerinde görülen azalmadır. Bunlara ek olarak, mücevher tüketimi, tüketicilerin tercih sıralamasında yer kaybederken, pırlanta gibi değerli taşlara olan talep de altına olan talebi azaltıyor.
2002 yılındaki yatırımlara en büyük katkı daha çok future piyasalarda operasyon yapan fonların buraya yönelmesinden geldi. Ayrıca, özel yatırımcıların küçük miktarlarda hisse senedi satın almaları talebin canlı kalmasını sağladı.
2002 YILINA GÖRE GENEL DEĞERLENDİRME
Yatırım Talebi:
Genel olarak bakıldığında 2002 yılının 4. çeyreğinin başında yatırım talebi durgunlaştı ancak, dünya borsalarının düşüşü, politik gerilimin tırmanması ve dolara olan güvenin yeniden kaybolmaya başlamasıyla tekrar yükselmeye başladı. Bu artış 2003 yılının ilk aylarına kadar devam etti.
Kişisel yatırımlar söz konusu olduğunda da ekonomik ve finansal problemlerin devam etmesi altına olan ilgiyi artırdı. Ancak, fiyatların yüksek olması bu ilgiyi biraz gölgeledi.
Endüstriyel ve Diş Hekimliği Endüstrisinde Talep:
Bu arada genel endüstriyel talep de değer cinsinden yüzde 16 oranında artsa da, tonaj olarak çok fazla değişmedi. Uzakdoğu Asya’da ekonominin yeniden canlanması talebi de artırdı.
Dünya hasılası (World GDP) 1999 yılından 2002 yılına kadar azalma eğilimindeydi. 1999 yılında yüzde 5 büyüyen dünya hasılası, 2001 yılında yüzde 3, 2002 yılında ise yüzde 2 büyüyebildi. 2003 yılına ilişkin beklentiler ise şöyle özetlenebilir:
Üretici Hedging:
Üreticiler fiyatların ılımlı seyredeceğini varsaymaktalar. Hisse senedi sahiplerinin baskısı sürmeye devam edecek ve fiyatlar seviyesinde düzelme devam edecek.
Yatırım Açısından:
Irak, Kuzey Kore, Suriye gibi ülkelerin oluşturduğu "şeytan üçgeninde" terör sorununun biteceği, faiz oranlarında çok ciddi artışlar yaşanmayacağı, borsanın kâr marjlarını baskılayacak kadar düşmeyeceği, dolar kurunun dengede seyredeceği ve enflasyonun olmayacağı gibi deflasyon tehlikesinin bile olabileceği beklentisi ile tahminler yapılıyor.
Fiyat Beklentisi:
Irak sorununun tamamen çözülmesi halinde yüksek fiyat seviyesinin devam etmesi mümkün olmayacak. 2003 yılında fiyatlarda düşüş bekleniyor. Ekonomik ve politik faktörler yatırımları destekler yönde artacak ve spekülasyonun azalmasına neden olacak. İmalat talebi fiyatlara duyarlı olduğu için hurda altın ve merkez bankası satışlarıyla birlikte artacak. Irak sorununun tümüyle bitmesi, fiyatların düşmesinde belirleyici rol oynayacak.
TÜRKİYE’NİN DIŞ TİCARETİ
Bu çerçevede Türkiye’nin dış ticaretine bakıldığında son on yılda altından mamul kuyum eşyası ihracatının giderek arttığı görülüyor. Türkiye’de cevherden altın üretimi henüz yapılmıyor. Dolayısıyla altın arzından çok talebi ağırlık kazanıyor. Dünya altın talebi içerisinde geleneksel olarak altına olan yakınlık, duyulan güven ve turizm ülkesi olması nedeniyle Türkiye’nin önemi büyük.
Dünyada tüketici talebi 1999-2000 yılları arasında yüzde 4,8 oranında azalırken, Türkiye’de 113,9 tondan 177,4 tona yükselerek, yüzde 55,8 oranında çok yüksek bir artış gösterdi. Ödemeler dengesi kayıtlarına göre de 1999 yılında altın ithalatı 1 milyar dolardan, 1,9 milyar dolara yükseldi. Bilindiği gibi altın ve altından mamul mücevherata talep, gelirle ve fiyatlarla çok yakın ilişkili. Başka bir deyişle, altının gelir ve fiyat esneklikleri oldukça yüksek. Fiyatları artmaya başladığı zaman talep hızla azalırken, gelir artmaya başladığı zaman da talep hızla artmakta.
1999 yılında Türkiye, kamuoyunda "Para Programı" olarak bilinen ve "döviz kuru çıpasını" esas alan yeni bir istikrar programı uygulamaktaydı. Bu programa göre döviz kurundaki artış oranları önceden belirlenip kamuoyuna açıklanacak ve buna paralel olarak faizler ve enflasyon oranlarının hedeflenen seviyelerde tutulmasına çalışılacaktı. Programın uygulanmaya başlaması ile döviz kurunun baskı altına alınması ve enflasyon oranlarının döviz kuru artış oranlarından daha fazla artması sonucunda TL reel olarak değer kazandı. Böylece ithalat talebi hızla arttı, ihracat ise sıkıntıya girdi. Bu dönemde GSMH artış oranı da 1999 yılındaki yüzde 6,1 oranındaki daralmanın ardından yüzde 6,3 oranında arttı.
Bunun yanında turizm gelirleri de 5 milyar 203 milyon dolardan 7 milyar 636 milyon dolara yükseldi. Bu dönemde Türk alıcısı gelir açısından da avantajlı bir dönem yaşadı. Zira, cari fiyatlarla kişi başına düşen milli gelir, 1999 yılında 2879 dolardan 2965 dolara yükseldi. Sonuç olarak, 2000 yılındaki ithalat artışı hem fiyatlar yönünden hem de gelir yönünde meydana gelen gelişmeler sonucunda gerçekleşti. 1999 yılında tüketici talebi açısından Türkiye’nin dünyadaki payı yüzde 3.2 olurken, 2000 yılında yüzde 5.3’e çıktı. Aynı dönemde dünya içerisindeki sıralaması ise 8. sıradan 4. sıraya yükseldi. Her iki yılda da ilk üç sırada Hindistan, ABD ve Çin yer alıyor.
2001 yılının Şubat ayında yaşanan siyasi krizin de etkisiyle kontrol edilemez duruma geldi. Dövize olan aşırı talep ve sermaye çıkışlarının hızlanması sonucunda ekonomi otoriteleri uygulanmakta olan para programını bırakarak, dalgalı kur uygulamasına geçildiğini ilan etmek zorunda kaldılar. Bunun sonucunda TL devalüe edilerek döviz kuru 670 bin TL/$ dan 1.400 bin TL/$ seviyelerine kadar yükseldi. Böylece TL, reel olarak değer kaybetti. Türkiye ekonomisi 2001 yılında reel ücretlerin düşmesi ve işsizliğin artması nedeniyle hızlı bir iç talep daralması yaşadı ve ekonomi yüzde (-) 9,5 oranında küçüldü. İç talepteki bu daralma ve kurlardan kaynaklanan fiyat artışı nedeniyle altına olan talep hızla düştü. 2001 yılında altın ithalatı 1.9 milyar dolardan 989 milyon dolara geriledi, toplam dünya tüketici talebi içerisinde de payımız 5,3’ten 3,5’e geriledi. Bu dönemde TL’nin reel olarak değer kaybetmesi nedeniyle hizmetlerin ucuzlaması sonucunda turizm gelirlerinde artış oldu ancak bu altına olan talebin azalmasına engel olamadı.
Esasında ekonominin bu kadar hızlı daraldığı, reel ücretlerin yaklaşık yüzde 38-52 oranlarında azaldığı bir atmosferde altın ithalatının en önemli nedeni turizm faaliyetiydi. Zira, resmi kayıtlara girmemekle birlikte ithal edilen altının mücevherat olarak işlenerek hemen hemen yarısının turistlere satılmak yoluyla tekrar ihraç edildiği genel kabul gören bir yargıydı. Turizm gelirleri ise yaşanan devalüasyon sonucunda ucuzlayan hizmetler nedeniyle 7,6 milyar dolardan 8 milyar dolara yükseldi. Kişi başına düşen milli gelirde ise beklendiği gibi ekonominin daralması sonucu azalma oldu ve 2965 dolardan 2123 dolara geriledi. Sektörel bazda 2001 yılında dünyadaki sıralamamız Suudi Arabistan’ın ardından 4.lük oldu. Yine ilk üç sıra değişmedi.
2001/2002 yılları arasında ise tüketici talebi, dünya talebi yüzde 10,1 oranında daralırken, Türkiye’de yüzde 7,8 oranında arttı. 2001 yılında yaşanan ekonomik depremin ardından yeni bir istikrar programı olan "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" uygulanmaya başlandı. Reel ücretlerin azalması ve ekonominin ayakta kalabilmesi için sadece ihracata tutunmaya çalışması sonucunda iç talepte ve istihdamda canlanma gerçekleşemedi. Ancak 2002 yılında ekonomi tahminlerin çok üzerinde yüzde 7.8 oranında büyüdü. Bu büyüme gelir artırıcı, yeni istihdam imkânları yaratan türden değil, stokları yenileme ve ihracat artışı nedeniyle gerçekleşti. Azalan reel ücretlerin yarattığı maliyet avantajı ile devalüasyonun yarattığı fiyat avantajı, ihracatı teşvik etti. Devletin de sadece cari harcamaları karşılaması, yeni yatırım ve istihdam olanakları yaratamaması sonucunda şirketler ayakta kalabilmek için ihracata yönelmek zorunda kaldılar.
Bu nedenle, ekonomide mücevherat talebini canlandıracak gelir artışı yaşanamadı. 2002 yılında turizm gelirleri de 8 milyar dolardan 8,5 milyar dolara çok az bir oranda yükselirken, altın ithalatı 1 milyar 347 milyon dolara çıktı. Altın ithalatında ve talebindeki bu artışın temel nedeni büyük oranda sene başında oldukça uygun olan girdi fiyatları nedeniyle stokları yenileme ve kayda girmeyen ihracat oldu. 2002 yılında dünya talebi içerisinde Türkiye, Suudi Arabistan ve Japonya’nın arkasından 6. sırada yer aldı.
NET PERAKENDE TALEBİ
1999 yılından 2002 yılına kadar Türkiye ekonomisi deprem felaketleri, ekonomik krizler ve politik belirsizliklerle uğraşıyor. Bunların yanında 11 Eylül saldırısının ardından yaşanan, genelinde Orta Doğu, özelinde ise Irak sorunu yaşanan iç faktörlere ilave olarak perakende altın talebini artırdı. 1999/2000 arasında talep artışı yüzde 35 olurken, 2000/2001 arasında yukarıda açıkladığımız ekonomik gelişmelere paralel olarak yüzde 10,1 oranında daraldı. 2001/2002 yılları arasında ise yüzde 14,6 oranında artış gösterdi. 1999 yılında yüzde 6,1 oranında pay ile Japonya, Hindistan, ABD ve Vietnamın ardından 5. sırada yer aldı. 2000 yılında ise yüzde 10 oranındaki daralmaya rağmen yüzde 19 oranında pay ile Hindistan, Japonya ve Vietnamın ardından 4. sıradaydı. 2001 ve 2002 yıllarında da sırasıyla yüzde 7,6 ve 9,0 oranında paylar ile 4. sırada yer almaya devam etti.
TÜRKİYE’NİN ALTIN İHRACATI
Türkiye’de 1990-1993 yılları arasında "sıcak para politikası" izlendi. Bu dönemde dövizin baskı altına alınıp reel faizlerin yüksek tutulması, dışarıdan sermaye girişini özendirdi. Bu dönemde giren sermaye doğrudan yabancı sermaye yatırımından çok, kısa vadeli portföy yatırımı oldu. Bu dönemde döviz kuru baskı altına alındığı için TL reel olarak aşırı değer kazandı ve ihracat sıkıntıya girdi. İthalat ise tersine artmaya başladı. Spekülatif amaçlı hareket eden bu para akışı önce borsayı yükseltti; sonra da karları realize etmek için dövize yöneltti. Bu nedenle aşırı artan döviz talebine Merkez Bankası üç gün boyunca müdahale etti. Ancak rezervlerin hızla eriyerek tehlike bölgesine kadar inmesi TL’nin devalüe edilmesini zorunlu kılmıştır. Bu gelişmelerin sonucunda 1995 yılında kamuoyunda "5 Nisan Kararları" olarak bilinen Ekonomik İstikrar Programının uygulanmaya başlandı. 1994 yılında 480 milyon dolar olan altın ithalatı 1995 yılında 1.322 milyon dolara yükseldi. Aynı dönemde turizm gelirleri 4.3 milyar dolardan 4,9 milyar dolara çıktı. Kişi başına düşen milli gelir de 2184 dolardan 2759 dolara yükseldi.
1995-1996 yılları arasında mücevher ihracatı ise yaklaşık 8 milyon 500 bin dolardan yüzde 411 artarak 44 milyon dolara çıktı. İhracattaki bu hızlı artış trendi 1998 yılına kadar devam etti. 1997 yılında bir önceki yıla göre yüzde 181 oranında artarak 44 milyon dolardan 123 milyon dolara, 1998 yılında ise bir önceki yıla göre yüzde 42 oranında artarak 178 milyon dolara yükseldi. 1995-1998 yılları arasında altın ithalatı da artış trendine girdi ve 1996 yılında bir önceki yıla göre yüzde 26.5 oranında artarak 1.672 milyon dolara, 1997 yılında bir önceki yıla göre yüzde 11.7 artarak 1.867 milyon dolara ve 1998 yılında ise bir önceki yıla göre yüzde 5.7 oranında azalarak 1.761 milyon dolara geriledi. 1995-1998 yılları arasında kişi başına düşen milli gelir de 2759 dolardan 3255 dolara yükseldi. Turizm gelirleri de aynı dönemde 4.957 milyon dolardan 7.177 milyon dolara çıktı. Bu dönemde hem gelir hem de fiyat avantajları nedeniyle ithalat ve ihracat artış gösterebildi.
Ancak, 1997 yılında başlayan Uzak Doğu Asya Krizi ve devamında Rusya Krizi dünya ve Türkiye ekonomisini olumsuz yönde etkiledi. 1998-1999 arasında altın ithalatı, 1.761 milyon dolardan 1.079 milyon dolara gerilerken, turizm gelirlerimiz de 7.177 milyon dolardan 5.203 milyon dolara indi. Kişi başına düşen milli gelirde krizlerden etkilendi ve 3.255 dolardan 2.879 dolara düştü. Bu dönemde mücevher ihracatı ise miktar olarak yüzde 74 oranında azaldı. Ancak, kriz nedeniyle genel olarak lüks malların fiyatlarının artması değer olarak mücevher ihracatının da yüzde 42 oranında artmasına yol açtı ve gelir, 178 milyon dolardan 254 milyon dolara kadar yükseldi.
1999/2000 yılları arasında ekonomi genel olarak canlanma trendine girdi ve yıl sonunda yüzde 6.3 oranında büyüdü. Kişi başına düşen milli gelir de 2.965 dolara yükseldi. Bu gelişmelere paralel olarak altın ithalatı artan talep nedeniyle yüzde 76 oranında artarak, 1.079 milyon dolardan 1.900 milyon dolara yükselirken, mücevher ihracatı da değer olarak da yüzde 37 oranında artarak, 351 milyon dolara ulaştı. Aynı dönemde turizm gelirleri de benzer şekilde 5.203 milyon dolardan, 7.636 milyon dolara yükseldi. Görüldüğü üzere gelir artışı, turizm gelirlerindeki artış ile ithalat ve ihracat artışları paralel bir seyir izledi.
Bu dönemden sonra üst üste yaşanan deprem felaketleri ve Marmara Denizi ve İstanbul bölgesinde deprem beklentisi, altına ve mücevherata olan talebi olumsuz etkiledi. Depremi izleyen ekonomik kriz ve siyasi belirsizlikler de genel olarak talebi olumsuz etkilemişlerdir. Ancak yukarıda açıkladığımız devalüasyon nedeniyle ihracatın çok avantajlı olması mücevher ihracatının artmasına destek oldu. 2001 yılında bir önceki yıla göre mücevher ihracatı değer bazında da yüzde 22 oranında artarak, 427 milyon dolara yükseldi.
2002 yılında ise fiyat faktörü etkili oldu ve ihracat değer bazında yüzde 38 oranında artarak 591 milyon dolara ulaştı. Bu dönemde altın ithalatı da 989 milyon dolardan 1.347 milyon dolara yükseldi; turzim gelirleri ise 8.090 milyon dolardan 8.473 milyon dolara yükseldi.

İHRACATIN ÜLKELERE GÖRE DAĞILIMI
2002 yılında mücevher ihracatımızda birinci sırayı 222 milyon dolar ile ABD alırken, ikinci sırayı 50 milyon dolar ile Birleşik Arap Emirlikleri ve üçüncü sırayı da 37 milyon dolar ile İsrail almakta. İlk üç sırayı paylaşan ülkelerin toplam mücevher ihracatımızdaki payları sırasıyla yüzde 46,9, 10,6 ve 7.8 . Dördüncü sırayı 34 milyon dolar ile Almanya alırken payı yüzde 7.1. Beşinci sırayı ise 22 milyon dolar ve yüzde 4.6 oranında pay ile İtalya almış durumda. Dubai, Rusya ve İngiltere 10 milyon doların üzerinde mücevher ihracatımızın olduğu diğer önemli ülkeler.

SONUÇ
Altın ve gümüş gibi değerli metallere ve bunlardan imal edilen mücevherata olan talebin fiyat ve gelir esnekliği çok yüksek. Bu metallerin ve ürünlerin fiyatları yükseldiğinde talep azalırken, fiyatlar düştüğünde talep yükseliyor. Aynı şekilde, tüketicinin geliri arttığında bu ürünlere talep artarken, azaldığında da talep azalmakta. Türkiye ekonomisinde Uzakdoğu Asya ve Rusya krizleri ile başlayarak deprem felaketleri ve ekonomik krizlerle devam eden ekonomik ve siyasi belirsizlikler altına ve altından mücevherata olan talebin dalgalı bir seyir izlemesine neden oldu. Bu olumsuzluklar nedeniyle bono, tahvil, fon, döviz gibi alternatif yatırım araçlarına da güven azaldı ve 11 Eylül saldırısı ve Irak savaşı gibi nedenlerle güvensizlik duyan perakende yatırımcı altına yöneldi.
Türkiye ekonomisinin büyüdüğü ve net turizm gelirlerinin arttığı yıllarda altın ve mücevherata olan talep arttı; tersi durumda da azaldı.
Altın, gümüş ve mücevherat sektörlerinin gelişmesi Türkiye ekonomisinin istikrarına, perakende yatırım talebinin azalması ise bu faktöre ilave olarak savaş gibi dış faktörlere bağlıdır. Ülkede ve dünyada istikrar her sektörde olduğu gibi bu sektörlerin gelişmesi için de en önemli iki unsurdur